24 Eylül 2017 Pazar

SEVGİYLE BAĞLANMAK veya BAĞIMLI OLMAK

     Sigmund FREUD, normal insanı tanımlarken; ’Sevebilen ve üreten insan sağlıklıdır.’ tespitini yapar.

     H.S. SULLİVAN ise ‘‘Sevgi duygusu iki insan arasında kişisel değerlerin karşılıklı olarak tümüyle olumlanıp onaylanmasıdır.’’ görüşünü savunur.

     Bu anlamda yaşanan gerçek sevgi duygusu insanı özgürleştirir. Sevgiyle özgürleşen insan her hangi bir zorlamaya veya kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma becerisine sahip olur. Bu yaklaşımdan hareketle, sevme becerisinden yoksun ama sadece sevilmeyi arzu eden bir insanın gerçek anlamda özgür olması beklenemez. Böyle biri için, ikili ilişkilerde bağımlılık neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Basit bir tanımla bağımlılık; bir insanın başka bir kişinin veya gurubun etkisi ve yönetimi altında bulunmasıdır.  

     0-3 yaş aralığındaki her bebek doğal olarak ebeveynine bağımlıdır. Üç yaşın bitimiyle birlikte başlayan, ebeveynden görece bağımsızlaşarak sosyalleşme çabalarının bağımlılığı sona erdirmesi beklenir. Ancak bu her zaman gerçekleşmez. Çocuk okul öncesi ve sonrasındaki süreçte de bağımlı olma ihtiyacını bilinç dışı süreçlerle devam ettirir. İlerleyen gelişim sürecinde, anne- babaya olan bu bağımlılık ihtiyacı arkadaşa ve eşe yansıtılarak varlığını sürdürür. Bunun temelinde, yetişkin bir insanın kendini çocukluğunda olduğu gibi ÇARESİZ hissetmesi gibi olumsuz bir duygu yer alır.

     Martin SELİGMAN, Öğrenilmiş Çaresizlik Kuramını; ‘’Birey, bir sorunu çözme konusunda çaba göstermesine karşın sonuç elde edememişse bunu genelleyerek daha sonraki sorunları da çözemeyeceği yönünde katı bir inanç geliştirir. Böylece, tüm yaşamı boyunca kendini pasif ve çaresiz konuma indirger.’’ sözleriyle açıklar.

     Onu, yaşamını başkalarına bağımlı olarak sürdürmeye iten başlıca etken kendisini çaresiz biri olarak görmesiydi. Bu yıpratıcı duygu ise gelişme sürecinde yaşadığı olumsuzluklardan kaynaklanıyordu. Çocukluk döneminde elde ettiği başarıları küçümsenerek yetersiz görülürdü. Diğer yandan, önemsiz sayılabilecek hataları ise aile büyüklerince asla hoş karşılanmazdı. Aksine, katı bir disiplin anlayışıyla suçlanarak cezalandırılırdı. Öğrencilik yıllarında ve daha sonraki iş yaşamında da bu tür yaklaşımlarla karşılaşmıştı. Hak etmediği suçlanmalar karşısında hiçbir zaman kendisini savunamıyordu.  Çünkü her savunma girişimi otorite figürleri tarafından kendilerine yapılan saygısızlık olarak niteleniyor ve buna asla izin verilmiyordu. Ona başka bir seçenek bırakılmadığı için de yapabildiği tek şey kendisine yöneltilen suçlama ve küçümsemeleri çaresizce kabullenmek oluyordu. Bunun sonucunda her geçen gün bir az daha özgüveni zayıf ve özsaygısı düşük biri haline gelmişti. Özsaygısının düşük olması, kendisini değersiz ve önemsiz biri olarak görmesine yol açıyordu. Ona saygı duyabilen, onu eşiti gibi gören birileriyle tanıştığında, bunu hak etmediğini düşünerek onlardan hızla uzaklaşıyordu. Aksine buyurgan, onu küçümseyen kimselerin çekimine kolaylıkla kapılıyordu. Bu tür yaklaşımlar ona, kendisiyle ilgilendikleri için, onu sevdikleri için ve onun mükemmel biri olmasını istedikleri için eleştirdiklerini öne süren ebeveynlerinin yapay ilgisini anımsatıyordu. Bu nedenle her küçümseyici yaklaşımı, her suçlayıcı tutumu, incinse bile kendisine gösterilen yakın ilgi ve sevgi olarak değerlendirme hatasına düşüyordu.  Sevmekten çok, sevilmeye gereksinim duyduğu için de biraz yakınlık gördüğü birine neredeyse ‘’yapışıyor’’ ve bunu ‘’sevgi’’ sanıyordu. Bu tutumuyla özgüveninin, öz saygısının yükseldiğine inanıyordu. Doğal olarak, ona bu duyguyu yaşatanlara derin bir minnettarlık da duyuyordu. Yaşamının merkezine kendisini değil; hep minnet duyduklarını konumlandırıyordu. Sonuçta ‘’seçen’’ değil hep ‘’seçilen’’ oluyordu.

      Yetişkin bir yaşa geldiğinde ise bu durumunda dikkate değer bir değişme, olumlu bir gelişme göze çarpmıyordu. Çünkü çocukluğundan bu yana yaşamış olduğu ve hiç hak etmediği suçlanmaların acı verici anılarından kurtulamıyordu. Artık çoktan geçmişte kalan olumsuz yaşam deneyimleri zaman geçtikçe etkisizleşeceğine daha derinleşiyordu. Sürekli olarak kendini sorguluyor ve yargılıyordu. Her defasında da kendini suçlayarak sorunların daha büyüyerek derinlere kök salmasına zemin hazırlıyordu. Bunun sonucunda uykularını kaçıracak denli derin bir SUÇLULUK DUYGUSU tüm benliğini ele geçirmişti.  

     Oysa suçluluk duygusu; yasaların, dini kuralların veya toplumsal değer yargılarının çiğnendiği yönündeki bir ‘düşünceden’ kaynaklanan olumsuz bir duygudur. Bu duygu aynı zamanda bireyin kendisine verdiği bilinç dışı bir ceza işlevini yerine getirme görevi de üstlenir. Ne var ki o, böylesine yıpratıcı bir duyguyu yaşamasına neden olacak bir kişiliğe sahip değildi. Aksine, elinden geldiği kadar yasalara, inanç sistemi kurallarına ve toplumsal değer yargılarına saygı gösterirdi. Ama çevresindekilerin kendisine yönelik haksız suçlamaları adeta zorla giydirilen bir ‘’deli gömleği’’ gibi, giderek kişiliğinin ayrılmaz bir parçası halini almıştı. Bu nedenle kendini suçlamaktan bir an bile geri durmuyordu. Yapabileceği tek şey, katlanamadığı suçluluk duygusunu hiç olmazsa en aza indirebilmek amacıyla ‘’koşulsuz sevgiyle’’ çevresindekilere ‘’bağımlı’’ olmanın koruyucu kalkanı arkasına saklanmaktı. Ama bilinç dışı süreçlerle gelişen bu çözümün kendisi sorun haline geliyordu. Çünkü bu durum zihinsel ve duygusal karmaşa yaşamasına neden oluyordu. Kısa zaman dilimlerinde ne kadar güçsüz ve yetersiz olduğunu fark ediyor ama bunu görmezden geliyordu. Böylece, hiç de farkında olamadan Nevrotik bir insan olup çıkmıştı!

     Karen HORNEY; ‘’Nevrotik birey aslında zeki olmasına karşın kendisini saf, başarısız ve güçsüz görür. Bu zayıflığından nefret ettiği için başarıya ve güce aşırı ölçüde ihtiyaç duyar.’’ görüşünü öne sürer.

     Öte yandan Alfred ADLER, bu görüşü destekler yönde şu tespiti yapar; ’Tüm insanlar zayıf, küçük, hassas ve yetersiz bir bedenle dünyaya gelir. Bu da kişide aşağılık kompleksine yol açar. Birey tüm yaşamı boyunca oldukça yıpratıcı olan bu aşağılık duygusunun üstesinden gelmeye çalışır. Bu çabanın arkasındaki iki itici güç yer alır. İlki ’Kişisel kazanç’ arzusuyla ’üstünlük’ elde etme çabasıdır. Diğeri ise ‘Kişisel başarı’’ için hırsa dayalı yıkıcı rekabettir. Ancak bu tür başarılar kalıcı olmadığı gibi sürekli de değildir. Kişisel kazanımlarını toplumsal yarara dönüştüremeyen insan psikolojik açıdan hastadır.’

     Ne var ki o, ne kişisel kazanç sonucu üstünlük elde edebilmiş ne de bireysel başarıya ulaşabilmişti. Bunun sonucunda, arzuları ile kaderi arasında sıkışıp kalmanın kaçınılmaz sonucu olan çaresiz yalnızlığın cenderesine sıkışıp kalmıştı. Bundan çıkış yolu olarak da başarılı ve güçlü gördüğü kimselerin yönetimine gönüllü olarak giriyordu. Sonuçta çaresiz yalnızlığından kurtulmaya çalışırken bağımlı biri olup çıkıyordu. Öte yandan, bu seçimiyle kötü niyetli kimseler için kolay bir ‘’av’’ haline geliyordu. Ayak işlerinde kullanılıyor, duyguları, emeği ve parası sömürülüyordu. O ise güçsüzlüğünü dengelemeye çare olarak bulduğu bu çözüm yolunun bir tür bağımlılık olduğunu asla fark edemiyordu. Çünkü öz yeterliliği oldukça zayıf olduğu için sürekli olarak birilerinin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Emin olduğu konularda bile hep onayına muhtaç durumdaydı.  

      Gerçekten de o, hiçbir zaman kendine yetebilen, özgür ve özerk bir ‘’birey’’ olamamıştı.  Çünkü bir insanın ‘’birey’’ olabilmesi, başkalarından farklılaşarak bireysel gelişimini gerçekleştirmesi için aile üyelerine bağımlılıktan, gurup bağlılığından ve toplumsal baskılardan uzaklaşarak özgürleşmesi gerekir. Ama o bunun tam aksi yönde davranıyordu. Aile bireylerine, kabul gördüğü arkadaş gurubundakilere körü körüne bağımlı olmayı seçiyordu. Daha üzücü olanı ise onun, bu bağımlılığı sevgi sanmasıydı.

      Bu durumunun normal olmayabileceğini görür gibi olduğu anlar oluyordu. Ama bu fikri zihninden hızla uzaklaştırıyordu. Çünkü geliştireceği farkındalık sonucu ne denli aciz, çaresiz ve yetersiz  olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorlunda kalacaktı. Sonrasında ne yapması gerektiğini de bilemediği için daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağını hissedebiliyordu. Bu da kendi  gerçekliği ile yüzleşmekten tüm gücüyle kaçınmasına yol açıyordu.

     Zaten ne zaman öz eleştiri yapmayı denese savunma düzenekleri hızla harekete geçiyor ve kendisini kolaylıkla kandırmasını sağlıyordu. Kendisini aciz, çaresiz ve yetersiz biri olarak değil; aksine son derece sadık ve vefalı bir dost olarak görmeye başlıyor ve kendisiyle gurur duyuyordu. Bu dünyada asla kendisi gibi sevebilen, kendisi kadar sadık bir insan olmadığını düşünerek duygulanıp ağladığı bile oluyordu!

 

Hiç yorum yok:

ÖZSAYGI

     Saygı, aile bireylerinde ve tüm sosyal ilişkilerde önemi yadsınamaz bir tutumdur. Bu nedenle anne ve babalar eğitim sürecindeki çocukla...