Sigmund FREUD, normal insanı tanımlarken; ’Sevebilen ve üreten insan sağlıklıdır.’ tespitini yapar.
H.S. SULLİVAN ise ‘‘Sevgi duygusu iki
insan arasında kişisel değerlerin karşılıklı olarak tümüyle olumlanıp
onaylanmasıdır.’’ görüşünü savunur.
Bu
anlamda yaşanan gerçek sevgi duygusu insanı özgürleştirir. Sevgiyle özgürleşen
insan her hangi bir zorlamaya veya kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma
becerisine sahip olur. Bu yaklaşımdan hareketle, sevme becerisinden yoksun ama
sadece sevilmeyi arzu eden bir insanın gerçek anlamda özgür olması beklenemez.
Böyle biri için, ikili ilişkilerde bağımlılık neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Basit
bir tanımla bağımlılık; bir insanın başka bir kişinin veya gurubun etkisi ve
yönetimi altında bulunmasıdır.
0-3 yaş aralığındaki her bebek doğal olarak
ebeveynine bağımlıdır. Üç yaşın bitimiyle birlikte başlayan, ebeveynden görece
bağımsızlaşarak sosyalleşme çabalarının bağımlılığı sona erdirmesi beklenir. Ancak
bu her zaman gerçekleşmez. Çocuk okul öncesi ve sonrasındaki süreçte de bağımlı
olma ihtiyacını bilinç dışı süreçlerle devam ettirir. İlerleyen gelişim
sürecinde, anne- babaya olan bu bağımlılık ihtiyacı arkadaşa ve eşe
yansıtılarak varlığını sürdürür. Bunun temelinde, yetişkin bir insanın kendini
çocukluğunda olduğu gibi ÇARESİZ hissetmesi gibi olumsuz bir duygu yer alır.
Martin SELİGMAN, Öğrenilmiş Çaresizlik
Kuramını; ‘’Birey, bir sorunu çözme konusunda çaba göstermesine karşın sonuç
elde edememişse bunu genelleyerek daha sonraki sorunları da çözemeyeceği
yönünde katı bir inanç geliştirir. Böylece, tüm yaşamı boyunca kendini pasif ve
çaresiz konuma indirger.’’ sözleriyle açıklar.
Onu, yaşamını başkalarına bağımlı olarak
sürdürmeye iten başlıca etken kendisini çaresiz biri olarak görmesiydi. Bu
yıpratıcı duygu ise gelişme sürecinde yaşadığı olumsuzluklardan kaynaklanıyordu.
Çocukluk döneminde elde ettiği başarıları küçümsenerek yetersiz görülürdü.
Diğer yandan, önemsiz sayılabilecek hataları ise aile büyüklerince asla hoş
karşılanmazdı. Aksine, katı bir disiplin anlayışıyla suçlanarak cezalandırılırdı.
Öğrencilik
yıllarında ve daha sonraki iş yaşamında da bu tür yaklaşımlarla karşılaşmıştı. Hak etmediği suçlanmalar karşısında hiçbir zaman kendisini savunamıyordu. Çünkü her savunma girişimi otorite figürleri
tarafından kendilerine yapılan saygısızlık olarak niteleniyor ve buna asla izin
verilmiyordu. Ona başka bir seçenek bırakılmadığı için de yapabildiği tek şey
kendisine yöneltilen suçlama ve küçümsemeleri çaresizce kabullenmek oluyordu. Bunun
sonucunda her geçen gün bir az daha özgüveni zayıf ve özsaygısı düşük biri
haline gelmişti. Özsaygısının düşük olması, kendisini değersiz ve önemsiz biri
olarak görmesine yol açıyordu. Ona saygı duyabilen, onu eşiti gibi gören
birileriyle tanıştığında, bunu hak etmediğini düşünerek onlardan hızla
uzaklaşıyordu. Aksine buyurgan, onu küçümseyen kimselerin çekimine kolaylıkla
kapılıyordu. Bu tür yaklaşımlar ona, kendisiyle ilgilendikleri için, onu
sevdikleri için ve onun mükemmel biri olmasını istedikleri için
eleştirdiklerini öne süren ebeveynlerinin yapay ilgisini anımsatıyordu. Bu nedenle her küçümseyici yaklaşımı, her suçlayıcı tutumu, incinse bile
kendisine gösterilen yakın ilgi ve sevgi olarak değerlendirme hatasına
düşüyordu. Sevmekten çok, sevilmeye
gereksinim duyduğu için de biraz yakınlık gördüğü
birine neredeyse ‘’yapışıyor’’ ve bunu ‘’sevgi’’ sanıyordu. Bu tutumuyla özgüveninin,
öz saygısının yükseldiğine inanıyordu. Doğal olarak, ona bu duyguyu yaşatanlara
derin bir minnettarlık da duyuyordu. Yaşamının merkezine kendisini değil; hep
minnet duyduklarını konumlandırıyordu. Sonuçta ‘’seçen’’ değil hep ‘’seçilen’’ oluyordu.
Yetişkin bir yaşa geldiğinde ise bu durumunda
dikkate değer bir değişme, olumlu bir gelişme göze çarpmıyordu. Çünkü çocukluğundan
bu yana yaşamış olduğu ve hiç hak etmediği suçlanmaların acı verici anılarından
kurtulamıyordu. Artık çoktan geçmişte kalan olumsuz yaşam deneyimleri zaman geçtikçe
etkisizleşeceğine daha derinleşiyordu. Sürekli olarak kendini sorguluyor ve
yargılıyordu. Her defasında da kendini suçlayarak sorunların daha büyüyerek
derinlere kök salmasına zemin hazırlıyordu. Bunun sonucunda uykularını
kaçıracak denli derin bir SUÇLULUK DUYGUSU tüm benliğini ele geçirmişti.
Oysa suçluluk duygusu; yasaların, dini
kuralların veya toplumsal değer yargılarının çiğnendiği yönündeki bir ‘düşünceden’
kaynaklanan olumsuz bir duygudur. Bu duygu aynı zamanda bireyin kendisine
verdiği bilinç dışı bir ceza işlevini yerine getirme görevi de üstlenir. Ne var
ki o, böylesine yıpratıcı bir duyguyu yaşamasına neden olacak bir kişiliğe
sahip değildi. Aksine, elinden geldiği kadar yasalara, inanç sistemi
kurallarına ve toplumsal değer yargılarına saygı gösterirdi. Ama
çevresindekilerin kendisine yönelik haksız suçlamaları adeta zorla giydirilen
bir ‘’deli gömleği’’ gibi, giderek kişiliğinin ayrılmaz bir parçası halini
almıştı. Bu nedenle kendini suçlamaktan bir an bile geri durmuyordu.
Yapabileceği tek şey, katlanamadığı suçluluk duygusunu hiç olmazsa en aza
indirebilmek amacıyla ‘’koşulsuz sevgiyle’’ çevresindekilere ‘’bağımlı’’
olmanın koruyucu kalkanı arkasına saklanmaktı. Ama bilinç dışı süreçlerle
gelişen bu çözümün kendisi sorun haline geliyordu. Çünkü bu durum zihinsel ve duygusal
karmaşa yaşamasına neden oluyordu. Kısa zaman dilimlerinde ne kadar güçsüz ve
yetersiz olduğunu fark ediyor ama bunu görmezden geliyordu. Böylece, hiç de
farkında olamadan Nevrotik bir insan olup çıkmıştı!
Karen HORNEY; ‘’Nevrotik birey aslında
zeki olmasına karşın kendisini saf, başarısız ve güçsüz görür. Bu zayıflığından
nefret ettiği için başarıya ve güce aşırı ölçüde ihtiyaç duyar.’’ görüşünü öne
sürer.
Öte yandan Alfred ADLER, bu görüşü
destekler yönde şu tespiti yapar; ’Tüm insanlar zayıf, küçük, hassas ve
yetersiz bir bedenle dünyaya gelir. Bu da kişide aşağılık kompleksine yol açar.
Birey tüm yaşamı boyunca oldukça yıpratıcı olan bu aşağılık duygusunun
üstesinden gelmeye çalışır. Bu çabanın arkasındaki iki itici güç yer alır. İlki
’Kişisel kazanç’ arzusuyla ’üstünlük’ elde etme çabasıdır. Diğeri ise ‘Kişisel
başarı’’ için hırsa dayalı yıkıcı rekabettir. Ancak bu tür başarılar kalıcı
olmadığı gibi sürekli de değildir. Kişisel kazanımlarını toplumsal yarara dönüştüremeyen
insan psikolojik açıdan hastadır.’
Ne var ki o, ne kişisel kazanç sonucu
üstünlük elde edebilmiş ne de bireysel başarıya ulaşabilmişti. Bunun sonucunda,
arzuları ile kaderi arasında sıkışıp kalmanın kaçınılmaz sonucu olan çaresiz
yalnızlığın cenderesine sıkışıp kalmıştı. Bundan çıkış yolu olarak da başarılı
ve güçlü gördüğü kimselerin yönetimine gönüllü olarak giriyordu. Sonuçta çaresiz
yalnızlığından kurtulmaya çalışırken bağımlı biri olup çıkıyordu. Öte yandan,
bu seçimiyle kötü niyetli kimseler için kolay bir ‘’av’’ haline geliyordu. Ayak
işlerinde kullanılıyor, duyguları, emeği ve parası sömürülüyordu. O ise güçsüzlüğünü
dengelemeye çare olarak bulduğu bu çözüm yolunun bir tür bağımlılık olduğunu
asla fark edemiyordu. Çünkü öz yeterliliği oldukça zayıf olduğu için sürekli
olarak birilerinin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Emin olduğu konularda bile hep
onayına muhtaç durumdaydı.
Gerçekten de o, hiçbir zaman kendine
yetebilen, özgür ve özerk bir ‘’birey’’ olamamıştı. Çünkü bir insanın ‘’birey’’ olabilmesi, başkalarından farklılaşarak bireysel gelişimini gerçekleştirmesi için aile
üyelerine bağımlılıktan, gurup bağlılığından ve toplumsal baskılardan uzaklaşarak
özgürleşmesi gerekir. Ama o bunun tam aksi yönde davranıyordu. Aile bireylerine,
kabul gördüğü arkadaş gurubundakilere körü körüne bağımlı olmayı seçiyordu. Daha üzücü olanı ise onun,
bu bağımlılığı sevgi sanmasıydı.
Bu durumunun normal olmayabileceğini görür gibi olduğu anlar oluyordu. Ama
bu fikri zihninden hızla uzaklaştırıyordu. Çünkü geliştireceği farkındalık
sonucu ne denli aciz, çaresiz ve yetersiz
olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorlunda kalacaktı. Sonrasında ne yapması
gerektiğini de bilemediği için daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağını
hissedebiliyordu. Bu da kendi gerçekliği
ile yüzleşmekten tüm gücüyle kaçınmasına yol açıyordu.
Zaten ne zaman öz eleştiri yapmayı denese savunma düzenekleri hızla harekete
geçiyor ve kendisini kolaylıkla kandırmasını sağlıyordu. Kendisini aciz, çaresiz
ve yetersiz biri olarak değil; aksine son derece sadık ve vefalı bir dost
olarak görmeye başlıyor ve kendisiyle gurur duyuyordu. Bu dünyada asla kendisi
gibi sevebilen, kendisi kadar sadık bir insan olmadığını düşünerek duygulanıp
ağladığı bile oluyordu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder