İşlerinin yoğunluğu nedeniyle gidemediği yaz tatiline eşini ve çocuklarını yolcu ederken oldukça gergindi. Daha şimdiden, iki hafta süreyle yalnız yaşamanın zorluklarını düşünüyordu. Ev dışındaki yemeklere alışık olmaması büyük bir sorundu. Huzursuz bağırsak sendromu nedeniyle, hijyenik olmayan yiyecekler ciddi anlamda sindirim sistemi sorunlarına yol açıyordu. Evde yapabileceği tek yemek ise sahanda yumurta pişirmekti. Bu durumda sabah kahvaltısında rafadan yumurta, öğlen yemeği olarak tereyağında pişirilmiş yumurta ve akşamları da haşlanmış yumurta yiyebilecekti. Öyle de yaptı. Ama bu tür dengesiz bir beslenmeye karaciğeri alerjiyle tepki vermişti. Üçüncü günün gecesinde başlayan şiddetli bir kaşıntı onu sabaha kadar uyutmamıştı. Daha sonraki günlerde, değişik garnitürlü sandviçler yiyerek karnını doyurmaya çalıştı.
Alışık olduğu üzere, ilkbahardan kışa
değin her gün duş yapıyordu. Bu da her gün giysi değiştirmek anlamına
geliyordu. Kimi zaman günde iki kez giysilerini değiştirmek zorunda kaldığı da
oluyordu. Çamaşır sepetinde biriken giysiler ise bir başka sorun yaratmıştı.
Kirli çamaşırlarını yıkamak istedi ama çamaşır makinesini programlayamadı.
Önce, ‘’tam bir erkek’’ olduğu için bu tür ‘’kadınca’’ işleri beceremediğini
düşünerek kendisiyle gurur duydu. Hemen sonrasında, bu durumunun ‘erkekçe bir beceriksizlik’ değil; düpedüz
acizlik olduğunu fark ederek kendine kızdı.
Birkaç lokma bir şeyler yemek için mutfağa
geçti. Karşı blok komşusu olan bir kadın evinin balkonda bebeğine mama
yediriyordu. Onunla selamlaştıktan sonra mutfak lavabosunda biriken bulaşıklara
gözü takıldı. Arkadaş sohbetlerinde sıklıkla bir erkeğin ev işleri yapmasında
çekinilecek, utanılacak hiçbir şey olmadığını savunurdu. Ama yine de, bulaşık
yıkarken komşuları tarafından görülmesinin hiç doğru olmayacağı düşündü.
Bulaşıkları yıkamaya başlamadan önce mutfak perdesini sıkıca kapattığının
farkına bile varamamıştı!
Aslında günlük yaşamında da anlamlı,
tutarlı bir bütünlük içinde düşünemiyordu. Çünkü zihnine birbirinden kopuk,
birbiriyle çelişen duygu ve düşünceler egemendi. Karşıt düşünce ve algı
kalıpları sanki belleğinde farklı bölmelere ayrılmış gibiydi. Koşullara bağlı
olarak, hangi fikir işine yararsa öyle düşünüyor, konuşuyor ve davranıyordu.
Kimi zaman kararlı bir kadın hakları savunucusu olabiliyor ve kadınların erkeklerle
eşitliği konusunda ikna edici görüşler öne sürüyordu. Öte yandan, ne zaman bir
kadından hoşuna gitmeyen bir eleştiri gelse ‘’erkeklik gururu’’ kırılıyor ve
saldırgan tepkiler gösterebiliyordu. Kadınların
haddini bilmesi gerektiğini vurguluyor ve bir kadının bir erkekle asla eşit
olamayacağı konusunda kırıcı, incitici konuşmalar yapıyordu.
Onun yaşam anlayışı tam da Yunus
Emre’nin; ‘’Balık deniz içinde yaşar ama denizi bilmez!’’ sözleri çerçevesinde
şekillenmişti. Onu bu tür kararsızlıklara, çelişkilere sürükleyen asıl etkenin içinde
yaşadığı ‘’Erkek egemen kültür’’ olduğunun asla bilincinde değildi.Bu yozlaşmış kültürün, erkeğin omuzlarına yüklediği
taşınması güç yükten kurtulmanın tek yolunun önce ‘’İNSAN’’ olduğunun farkına
varmakla gerçekleşebileceğini göremiyordu.
Sosyal Psikoloji ise insan
davranışının toplumsal kaynaklarını, bireyin düşüncelerinin, duygularının,
davranışlarının ve inançlarının ‘’başkalarının’’ varlığıyla nasıl etkilendiğini
inceleyen bir bilim dalıdır. Binlerce yıldır insan topluluklarında varlığını
sürdüren ‘’erkeğin kadından üstün olduğu’’ anlayışı Sosyal Psikoloji açısından
‘’Erkek Egemen Kültür’’ olarak adlandırılır.
Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ‘’Egemen’’ sözcüğü; ‘’Yönetimini hiçbir
kısıtlama ve denetime bağlı olmaksızın sürdüren, sözünü geçiren, üstünlük
kazanan.’’ şeklinde açıklanır. Bu tanıma göre, erkek egemen kültür anlayışına
sahip bir birey hiçbir insani değeri, kısıtlamayı dikkate almayacak ve
denetlenemeyecekti. Sözünü geçirebilmek için de kıyasıya rekabete girişerek
üstünlük kazanmalıydı. Bunu sağlamak için ‘’rakip’ olarak algıladığı kadını baskı
altına alınıp sindirilerek ona karşı üstünlük sağlaması gerekiyordu. Bu
başarıldıktan sonra rekabet yarışı bu kez de başka erkeklere yöneliyordu. Aynı
kültür ikliminde yetişen diğer erkekler de benzer çaba içinde olunca bu durum
‘’şiddet’’ kavramını ‘’erkekçe yaşamın’’ vazgeçilmezi haline getiriyordu.
Sosyal çevrenin oluşturduğu hatalı algılarla bu tür ilkel kültürel anlayış
yüceltiliyor; düşünce, tutum ve davranışlar bu yönde şekillendiriliyordu. Giderek
ergen çocuklar, rol modeli olarak gördükleri daha büyükleri taklit ediyordu.
Kollarını yanlara açarak yürürken, bir çift tabanca namlusunu andıran gözlerle etrafa
tehditkar bakışlar yöneltiyorlardı.
Öte yandan, kadını ezen bu anlayışa, anne olan bazı kadınların katkıları
ise oldukça şaşırtıcıydı. 0-6 yaş
aralığındaki her çocuk büyük ölçüde anneye bağımlı olduğu için eğitiminde
annenin rolü çok büyüktür. Ancak bazı anneler, erkek çocuklarını severken bile
cinsiyet üstünlüğü algısı oluşturacak şekilde yönlendiriyorlardı. Ağlamak,
gülmek, duygulanmak, şefkat ve merhamet erkeğe yakışmayan, ‘’kadınca’’ duygular
olarak niteleniyordu. Böylece erkek egemen kültür kök salarak daha derinlere
yerleşmiş oluyordu. Giderek, insanca
duyguları bastırılan çocuk yetişkin dönemde öfkeli ve saldırgan biri oluyordu.
Bunun sonucunda aile ilişkilerinin, arkadaşlıkların, iş dünyasının, sokakların
ve spor karşılaşmalarının ego savaşlarına dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyordu.
Egosu şişirilmiş bir erkek karşı cinse saygı duymayı beceremiyor, aslında buna
gerek de duymuyordu. Kendi cinsinden olanlarla karşı üstünlük kurmak isteği sürekli
rekabet gerektirdiği için onlarla dostça, insani ilişki kurmayı başaramıyordu.
Oysa bir insanın ‘kadın’’ oluşu; bir erkeğin
‘’erkek’’ oluşu ayrıca kanıta ihtiyaç duymayan bir var oluş gerçeğidir. Buradan
hareketle, bir insanın sürekli erkek olduğunu kanıtlamak amacıyla tükettiği
zihinsel enerjisini daha anlamlı, daha olumlu konulara yöneltmesinin toplum
barışı açısından bir sıçrama sağlayacağı öngörülebilir.
Ne var ki, erkek egemen
kültür erkeğin omuzlarına taşınması oldukça güç bir yük yükler. Sürekli olarak
erkek olduğunu kanıtlama ihtiyacı yüksek düzeyli bir strese yol açar. Bu durum
giderek psikolojik kökenli fiziksel hastalıklara zemin hazırlar. Genç yaşta
kendini hissettiren yüksek tansiyon, kalp ritim bozukluğu-çarpıntı, midede önce
gastrit sonrasında ise kansere kadar götürebilen ülser, uyku bozukluğu gibi
hastalıkların tümü de psikosomatiktir. Ayrıca kadını aşağı gören bir erkeğin,
çıkar ilişkisi dışında, bir kadın tarafından sevilmesi ise neredeyse
olanaksızdır. Böylece bu yozlaşmış kültür,
insancıl duyguları örselenmiş yapay ve abartılı bir kişilik oluşturur. Sonuçta
ortaya çıkan ise; acınası bir Nevrotik erkek karikatürüdür.
Gözlerden kaçan bir başka gerçek de bu kültürel
yozlaşmanın kadını ezerken bir yandan da onu giderek daha güçlü bir hale
getirmesidir. Yok sayılan kadın böylesine acımasız bir kültürde var olabilmek
için çok daha güçlü olmayı öğreniyordu. Yapılan deneyler kadınların kortikal
sistemini erkeklere oranla daha ustalıkla kullanabildiklerini tespit eder. Yani
sorun çözme konusunda erkekler beyinlerinin sadece bir yarım küresini
kullanabiliyorken kadınlar her iki yarım küreyi de ustalıkla kullanma becerisi
sergiliyorlar. Ayrıca ağrıya dayanma gücü açısından kadınlar erkeğe oranla daha
üstün bir yeteneğe doğuştan sahiptiler. Bir başka özellik de doğal bağışıklık konusunda
gözlemleniyordu. Sonuç olarak, bilimsel araştırmalar erkeğin kadına oranla daha
kuvvetli olduğunu; kadının ise erkeğe oranla daha güçlü olduğunu tespit eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder