29 Kasım 2018 Perşembe

GURUR DUYULAN BİR YOZLAŞMA; ‘’ERKEK EGEMEN KÜLTÜR’’

     İşlerinin yoğunluğu nedeniyle gidemediği yaz tatiline eşini ve çocuklarını yolcu ederken oldukça gergindi. Daha şimdiden, iki hafta süreyle yalnız yaşamanın zorluklarını düşünüyordu. Ev dışındaki yemeklere alışık olmaması büyük bir sorundu.  Huzursuz bağırsak sendromu nedeniyle, hijyenik olmayan yiyecekler ciddi anlamda sindirim sistemi sorunlarına yol açıyordu. Evde yapabileceği tek yemek ise sahanda yumurta pişirmekti. Bu durumda sabah kahvaltısında rafadan yumurta, öğlen yemeği olarak tereyağında pişirilmiş yumurta ve akşamları da haşlanmış yumurta yiyebilecekti. Öyle de yaptı. Ama bu tür dengesiz bir beslenmeye karaciğeri alerjiyle tepki vermişti. Üçüncü günün gecesinde başlayan şiddetli bir kaşıntı onu sabaha kadar uyutmamıştı. Daha sonraki günlerde, değişik garnitürlü sandviçler yiyerek karnını doyurmaya çalıştı.

     Alışık olduğu üzere, ilkbahardan kışa değin her gün duş yapıyordu. Bu da her gün giysi değiştirmek anlamına geliyordu. Kimi zaman günde iki kez giysilerini değiştirmek zorunda kaldığı da oluyordu. Çamaşır sepetinde biriken giysiler ise bir başka sorun yaratmıştı. Kirli çamaşırlarını yıkamak istedi ama çamaşır makinesini programlayamadı. Önce, ‘’tam bir erkek’’ olduğu için bu tür ‘’kadınca’’ işleri beceremediğini düşünerek kendisiyle gurur duydu. Hemen sonrasında, bu durumunun ‘erkekçe bir beceriksizlik’ değil; düpedüz acizlik olduğunu fark ederek kendine kızdı.

     Birkaç lokma bir şeyler yemek için mutfağa geçti. Karşı blok komşusu olan bir kadın evinin balkonda bebeğine mama yediriyordu. Onunla selamlaştıktan sonra mutfak lavabosunda biriken bulaşıklara gözü takıldı. Arkadaş sohbetlerinde sıklıkla bir erkeğin ev işleri yapmasında çekinilecek, utanılacak hiçbir şey olmadığını savunurdu. Ama yine de, bulaşık yıkarken komşuları tarafından görülmesinin hiç doğru olmayacağı düşündü. Bulaşıkları yıkamaya başlamadan önce mutfak perdesini sıkıca kapattığının farkına bile varamamıştı!

     Aslında günlük yaşamında da anlamlı, tutarlı bir bütünlük içinde düşünemiyordu. Çünkü zihnine birbirinden kopuk, birbiriyle çelişen duygu ve düşünceler egemendi. Karşıt düşünce ve algı kalıpları sanki belleğinde farklı bölmelere ayrılmış gibiydi. Koşullara bağlı olarak, hangi fikir işine yararsa öyle düşünüyor, konuşuyor ve davranıyordu. Kimi zaman kararlı bir kadın hakları savunucusu olabiliyor ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda ikna edici görüşler öne sürüyordu. Öte yandan, ne zaman bir kadından hoşuna gitmeyen bir eleştiri gelse ‘’erkeklik gururu’’ kırılıyor ve saldırgan  tepkiler gösterebiliyordu. Kadınların haddini bilmesi gerektiğini vurguluyor ve bir kadının bir erkekle asla eşit olamayacağı konusunda kırıcı, incitici konuşmalar yapıyordu.

     Onun yaşam anlayışı tam da Yunus Emre’nin; ‘’Balık deniz içinde yaşar ama denizi bilmez!’’ sözleri çerçevesinde şekillenmişti. Onu bu tür kararsızlıklara, çelişkilere sürükleyen asıl etkenin içinde yaşadığı ‘’Erkek egemen kültür’’ olduğunun asla bilincinde değildi.Bu yozlaşmış kültürün, erkeğin omuzlarına yüklediği taşınması güç yükten kurtulmanın tek yolunun önce ‘’İNSAN’’ olduğunun farkına varmakla gerçekleşebileceğini göremiyordu.

      Sosyal Antropoloji, insanlığın tarihsel gelişim sürecinde beslenme ve barınma ihtiyacı ile üreme ve neslin devamını sağlama konularının kadına ve erkeğe yüklediği yaşamsal görevleri tespit eder. Bu, yardımlaşma ve dayanışma temelinde iş bölümünü gerekli kılıyordu. Ailenin beslenmesi, barınması ve dış tehlikelere karşı korunması görevini erkekler üstlenirken; çocuğun bakımı, eğitimi gibi işlevleri içeren insan neslinin devamını sağlamak gibi zorlu bir görev ise kadına kalıyordu. Ancak ilerleyen süreçte bu iş bölümü giderek kadın ve erkek arasında yaşamsal anlamda katı bir farklılaşmaya yol açtı. Bu anlayış kadını dar bir alana sıkıştırarak erkeğin daha ön plana çıkmasıyla sonuçlandı.

     Sosyal Psikoloji ise insan davranışının toplumsal kaynaklarını, bireyin düşüncelerinin, duygularının, davranışlarının ve inançlarının ‘’başkalarının’’ varlığıyla nasıl etkilendiğini inceleyen bir bilim dalıdır. Binlerce yıldır insan topluluklarında varlığını sürdüren ‘’erkeğin kadından üstün olduğu’’ anlayışı Sosyal Psikoloji açısından ‘’Erkek Egemen Kültür’’ olarak adlandırılır.

     Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ‘’Egemen’’ sözcüğü; ‘’Yönetimini hiçbir kısıtlama ve denetime bağlı olmaksızın sürdüren, sözünü geçiren, üstünlük kazanan.’’ şeklinde açıklanır. Bu tanıma göre, erkek egemen kültür anlayışına sahip bir birey hiçbir insani değeri, kısıtlamayı dikkate almayacak ve denetlenemeyecekti. Sözünü geçirebilmek için de kıyasıya rekabete girişerek üstünlük kazanmalıydı. Bunu sağlamak için ‘’rakip’ olarak algıladığı kadını baskı altına alınıp sindirilerek ona karşı üstünlük sağlaması gerekiyordu. Bu başarıldıktan sonra rekabet yarışı bu kez de başka erkeklere yöneliyordu. Aynı kültür ikliminde yetişen diğer erkekler de benzer çaba içinde olunca bu durum ‘’şiddet’’ kavramını ‘’erkekçe yaşamın’’ vazgeçilmezi haline getiriyordu. Sosyal çevrenin oluşturduğu hatalı algılarla bu tür ilkel kültürel anlayış yüceltiliyor; düşünce, tutum ve davranışlar bu yönde şekillendiriliyordu. Giderek ergen çocuklar, rol modeli olarak gördükleri daha büyükleri taklit ediyordu. Kollarını yanlara açarak yürürken, bir çift tabanca namlusunu andıran gözlerle etrafa tehditkar bakışlar yöneltiyorlardı.

     Öte yandan, kadını ezen bu anlayışa, anne olan bazı kadınların katkıları ise oldukça şaşırtıcıydı. 0-6 yaş aralığındaki her çocuk büyük ölçüde anneye bağımlı olduğu için eğitiminde annenin rolü çok büyüktür. Ancak bazı anneler, erkek çocuklarını severken bile cinsiyet üstünlüğü algısı oluşturacak şekilde yönlendiriyorlardı. Ağlamak, gülmek, duygulanmak, şefkat ve merhamet erkeğe yakışmayan, ‘’kadınca’’ duygular olarak niteleniyordu. Böylece erkek egemen kültür kök salarak daha derinlere yerleşmiş oluyordu.  Giderek, insanca duyguları bastırılan çocuk yetişkin dönemde öfkeli ve saldırgan biri oluyordu. Bunun sonucunda aile ilişkilerinin, arkadaşlıkların, iş dünyasının, sokakların ve spor karşılaşmalarının ego savaşlarına dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyordu. Egosu şişirilmiş bir erkek karşı cinse saygı duymayı beceremiyor, aslında buna gerek de duymuyordu. Kendi cinsinden olanlarla karşı üstünlük kurmak isteği sürekli rekabet gerektirdiği için onlarla dostça, insani ilişki kurmayı başaramıyordu.

     Oysa bir insanın ‘kadın’’ oluşu; bir erkeğin ‘’erkek’’ oluşu ayrıca kanıta ihtiyaç duymayan bir var oluş gerçeğidir. Buradan hareketle, bir insanın sürekli erkek olduğunu kanıtlamak amacıyla tükettiği zihinsel enerjisini daha anlamlı, daha olumlu konulara yöneltmesinin toplum barışı açısından bir sıçrama sağlayacağı öngörülebilir.

Ne var ki, erkek egemen kültür erkeğin omuzlarına taşınması oldukça güç bir yük yükler. Sürekli olarak erkek olduğunu kanıtlama ihtiyacı yüksek düzeyli bir strese yol açar. Bu durum giderek psikolojik kökenli fiziksel hastalıklara zemin hazırlar. Genç yaşta kendini hissettiren yüksek tansiyon, kalp ritim bozukluğu-çarpıntı, midede önce gastrit sonrasında ise kansere kadar götürebilen ülser, uyku bozukluğu gibi hastalıkların tümü de psikosomatiktir. Ayrıca kadını aşağı gören bir erkeğin, çıkar ilişkisi dışında, bir kadın tarafından sevilmesi ise neredeyse olanaksızdır. Böylece bu yozlaşmış kültür, insancıl duyguları örselenmiş yapay ve abartılı bir kişilik oluşturur. Sonuçta ortaya çıkan ise; acınası bir Nevrotik erkek karikatürüdür.

     Gözlerden kaçan bir başka gerçek de bu kültürel yozlaşmanın kadını ezerken bir yandan da onu giderek daha güçlü bir hale getirmesidir. Yok sayılan kadın böylesine acımasız bir kültürde var olabilmek için çok daha güçlü olmayı öğreniyordu. Yapılan deneyler kadınların kortikal sistemini erkeklere oranla daha ustalıkla kullanabildiklerini tespit eder. Yani sorun çözme konusunda erkekler beyinlerinin sadece bir yarım küresini kullanabiliyorken kadınlar her iki yarım küreyi de ustalıkla kullanma becerisi sergiliyorlar. Ayrıca ağrıya dayanma gücü açısından kadınlar erkeğe oranla daha üstün bir yeteneğe doğuştan sahiptiler. Bir başka özellik de doğal bağışıklık konusunda gözlemleniyordu. Sonuç olarak, bilimsel araştırmalar erkeğin kadına oranla daha kuvvetli olduğunu; kadının ise erkeğe oranla daha güçlü olduğunu tespit eder.


Hiç yorum yok:

ÖZSAYGI

     Saygı, aile bireylerinde ve tüm sosyal ilişkilerde önemi yadsınamaz bir tutumdur. Bu nedenle anne ve babalar eğitim sürecindeki çocukla...