İnsan, bebeklik döneminden başlayarak tüm gelişim evrelerinde birbirinden oldukça farklı sorunlarla karşılaşır.
Sorunlar karşısında fiziksel veya psikolojik
bütünlüğün tehlikede olduğu yönündeki algılamalar organizmada stres yaratır.
Stres tepkisi
aslında canlının yaşamda kalabilmesi yanında sorun çözmesi ve işlevselliği yönünde
oldukça önemli rol üstlenir.
Bu konuda
yapılan bir deneyde, deneklerin bulunduğu ortamda stres yaratabilecek tüm
etkenler en aza indiriliyor.
Sonuçta, hemen
hiç stres yaşamayan deney hayvanlarının büyük bir kısmının kısa sürede
öldükleri gözlemleniyor.
Buna göre,
sorunları çözüme ulaştırma çabaları da yine stresin yarattığı itici güçle
gerçekleşir.
Bazı
durumlarda yaşam koşulları insana stres etkeniyle mücadele etme veya stres
yaratan ortamdan uzaklaşma olanağı vermeyebilir.
Böyle
durumlarda gelişen uzun süreli ve yoğun stres yaşamı olumsuz etkileyerek zihinsel
fonksiyonları işlevsiz hale getirir.
Stresin giderek kronik hale gelmesi ciddi ve kalıcı
olumsuzluklara neden olur.
Macar bilim adamı Hans Selye, bu tür stresin
vücutta kalıcı kimyasal değişimlere neden olarak fiziksel hastalıklara yol
açtığını tespit eder.
Vücut, stres yaratan etkenle baş edebilmek
amacıyla gerekli enerjiyi sağlamak için bazı hormonlar salgılar.
Ortaya çıkan enerjinin mücadele etmek ya da
kaçmak şeklinde harcanamaması bedende hasarlar oluşturur.
Kortizol hormonu, kas dokusuna ve hücrelere;
Adrenalin hormonu ise, beyin ve kalp hücrelerine zarar verir.
Nefes düzenindeki bozulma ise kronik yorgunluk,
bellek ve düşünce bozukluğu ve organlarda fonksiyon yetersizliğine yol açar.
Doğal soluklanma, henüz yürüme deneyimi yaşamamış
bebeklerin karınlarını şişirecek ölçüde derin ve oldukça düzenli nefes alıp
verme şeklidir.
Bu süreç birinci yaşın sonlarına doğru gerçekleşen
yürüme çabasının ilk adımlarına kadar kesintisiz sürer.
(Bebek her nasılsa, el altındaki süs eşyalarını
kırıp dökmek gibi yaşamsal bir görevi olduğunu anımsar!
Bunun için de aylardır yattığı yerden ayağa
kalkarak ‘’yatay bağımlılıktan’’ kurtulup ‘’dikey bağımlı’’ hale gelmesi
gerekmektedir.)
Ortalama
10.5 veya 11.5 aylık bebekler dürtüsel olarak ayağa kalkma çabası gösterirler.
Ancak henüz parmak ve kol kasları tutunmaya
elverişli değildir.
Bacak kasları da ayakta durabilmesini
sağlayacak kadar güçlenmediği için yinelediği her deneyimde düşer.
Çok sayıda yaşadığı düşme sonucu her seferinde canı
yanar, korkar ve ağlar.
Bu
dürtüsel çabaların yaşattığı olumsuz duygular bebekte oldukça yüksek bir stres etkisi yaratır.
Bunun sonucunda karın kası ve diyaframı spazm
yaparak düzenli soluk alma yetisini olumsuz yönde etkiler.
(Bilimsel deneylerden haberi olmayan bebek
yürüme çabalarını büyük bir azimle sürdürür.
Bir yandan da yaşadığı bu tür olumsuzluklar
nedeniyle gerçekleşen stres tepkisini belleğine kaydetmeyi de ihmal etmez.)
Böylece yaşam boyu karşılaşabilecek her
sıkıntılı durumda, ‘’soluğu tutma refleksi’’ de geliştirilmiş olur.
İlerleyen süreçte yetişkinliğe özgü olumsuz
yaşam deneyimleri de yeni stresler oluşturur.
Birey her çaresizlik, öfke, korku, endişe, kaygı
gibi duygu durumunda bebekliğinde olduğu gibi nefesini tutarak sadece
‘’havayı koklamak’’ ile yetinir.
‘’Mücadele et ya da kaç!’’ olarak bilinen stres
tepkisini ilk tespit eden bilim adamı Psikolog Walter Cannon’dur.
Cannon, deney hayvanları üzerinde yaptığı
çalışmalarda yoğun stres altındaki organizmanın kanına yüksek miktarlarda Epinefrin,
Norepinefrin ve Kortizol hormonu salgılandığını tespit eder.
Bu kimyasalların solunumun doğal düzenini
bozarak nabzın yükselmesine ve kas spazmlarına yol açtığını gözlemler.
Doğal
ritmi bozulan soluklanma giderek
zihinsel yorgunluğa, uyku bozukluğuna ve bağışıklık sisteminin zayıflamasına
yol açar.
Stresi
kontrol altına alma konusunda yapılan araştırmalar, nefesin iyileştirici gücünü büyük ölçüde doğrular yönde.
Bebeklik dönemlerindeki doğal nefes alma
düzeninin yeniden keşfedilmesi için bebeklerden öğrenilecek çok şey olmalı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder