Aracını ara sokaktaki otoparkın görevlisine teslim ettikten sonra ağır adımlarla ana caddeye çıktı. Her sabah olduğu gibi, otoparkın dış duvarında yan yana sıralanmış ayakkabı boyacılarıyla tek tek selamlaştı. Onları ‘’karınca’’ gibi çalışan emekçiler olarak görür ve derin bir saygı duyardı. Kısa bir süre yürüdükten sonra ayakkabılarının boyasız olduğunu fark ederek geri döndü. Tümünün de müşterisi vardı. Sadece sıranın sonundaki boştu ve ona doğru yöneldi. Yüksekçe tabureye oturup ayağının tekini boya sandığının ayaklığına yerleştirdi. Oturma pozisyonunun etkisiyle boyacıya ‘’yukarıdan’’ bakıyordu! Ancak bu ruh durumunun kendisini nasıl da olumsuz etkileyebileceğinin henüz farkında değildi. Yaktığı sigarasının dumanını keyifle üflerken kendisini düşüncelerinin, hayallerinin akışına bıraktı.
Boyacının oldukça çekingen, saygılı bir
ses tonuyla ne iş yaptığını sorması onu daldığı düşüncelerden ayırmıştı. Son bir kaç gündür zihni yoğun olarak Blog yazılarıyla meşguldü. Bu
nedenle olmalı, ‘’Yazarım’’ sözlerinin ağzından çıkmasına karşı koyamamıştı.
Ayakkabı boyacısının coşkulu kutlamalarıyla hayli keyiflenmişti. Ancak, hemen
sonrasında gelen, yanıtını bilemediği
veya yanıtlamakta güçlük çektiği sorularla kısa sürede keyfi kaçmıştı. Önce,
hangi gazetede yazdığı sorusunu olumsuz yanıtlamak durumunda kaldı. Haftalık
dergilerden bir kaçının adı geçen ikinci sorunun yanıtı da yine olumsuzdu.
Artık iyice meraklanan boyacının nerede yazdığını sorması üzerine kısaca, Blog Yazarı
olduğunu söyledi. Boyacı şimdi de Blog’un ne olduğu soruyordu. Ardı arkası
kesilmeyen sorular kendisini iyice sıkıntıya sokmaya başlamıştı.
Teknolojik bilgi birikimi açısından
oldukça yetersizdi. Yine de bilgisayardan, internetten söz ederek Blog’un ne
olduğunu anlatmaya çalıştı. Boyacı bu kez de Blog Yazarlığından ne kadar para
kazandığını merak etmişti. Hiç para kazanmadığını söylemesine boyacı oldukça
şaşırmış görünüyordu. Anlamlı bir gülümsemeyle, on dört yaşındaki torununun da
her gün saatlerce internet’te arkadaşlarıyla yazıştığını söyledi. Devamında,
biraz da alaycı bir ifadeyle, bu durumda torununa da ‘’Blog Yazarı’’ demenin
doğru olup olmayacağını sormuştu.
Hayali düşüncelere yoğunlaşmanın etkisiyle
söylediği bir sözün bedelini şimdi derin bir mahcubiyet duygusuyla ödüyordu. Boyacı,
ayakkabılarını iyice parlatmış ve boyama işini bitirmişti. Neredeyse
dirseklerine kadar boyalı ellerini kendisine doğru uzatarak; ‘’İşte, bu ellerimle
altı çocuğumu okuttum, ailemi de kimseye muhtaç etmeden geçindirdim bey!’’
diyordu büyük bir alçak gönüllülükle. Her nedense boyacıyla göz temasından kaçınarak
borcunu ödemiş ve oradan kaçarcasına, hızla uzaklaşmıştı.
Otoparktan ofisine kadar olan yolu
yürürken karışık duygu ve düşünceler içerisindeydi. Yanıtını bilmediği onlarca
soru aralıksız, bir biri peşi sıra zihnine üşüşüyordu. Yanıtını bildiği ama
yüzleşmekten korktuğu soruları ise hızla aklından uzaklaştırıyordu.
Ayakkabı boyacılarının tabureleri, yapılan
işe uygun olarak hep yüksek olurdu. Bu da kaçınılmaz olarak müşteriyi boyacıya
‘’yukarıdan bakmak’’ zorunda bırakıyordu. Bilinç dışı süreçlerin devreye
girmesiyle de yukarıdan bakılanı ‘’küçük görmek’’ gibi bir zihinsel yozlaşma mı
yaşamıştı? Eğer öyleyse, bu tür bir yozlaşmaya bağlı olarak ayakkabılarıyla birlikte
egosunun da mı cilalanıp parlatılmasını istemişti? Ya da Nevrotik bir belirti
olduğunu düşündüğü gurur duygusuna mı kapılmıştı? Bu yöndeki acı verici düşüncelerden bir an
önce kurtulmaya çalışıyor ancak başaramıyordu. Zihni son derece yorgundu.
Kendisini biraz toparlamaya ihtiyacı olduğunun fark ediyor ama bunu nasıl
gerçekleştirebileceğini bilemiyordu.
Ofisine ulaştığında, kitaplığından rastgele
bir kitap seçti. Kitap, Danimarkalı şair Hulda Lütken’e ait bir şiir kitabıydı.
Gözlerini kapatarak açtığı sayfada ‘’Karınca ve Dağ" başlıklı şiir yer
alıyordu. Çok şaşırmıştı. Bunun ‘’Kozmik bir şaka’’ olduğunu düşünmeden
edemedi.
"Siz; Çok yüce
bir dağ,
Ben; minnacık bir karınca!
Ne var ki kimseler engelleyemedi
bugüne kadar
dağlara tırmanmasını karıncaların.
Evet değişmez hiçbir şey.
Dağ dağdır her zaman,
karınca da karıncadır.
Ama Sayın Üstat!
Ben sizin doruğunuza eriştiğimde
"bir karınca boyu" da olsa
daha büyük sayılmaz mıyım sizden.’’
Telefonu çalıyordu. Şiir kitabını masanın üzerine bıraktı ve isteksizce telefonu açtı. Kızı neşe dolu sesiyle Blog’daki ilk yazısını
kaç kişinin okuduğunu bilip bilmediğini soruyordu. Yanıt beklemeden de iyi bir
yazı olduğunu belirterek, yazısının okunma sayısını söylemişti. Babasını
kutlayarak bu konudaki yorumunu sormuştu. O ise oldukça keyifsiz bir sesle
sadece, ‘’Desene, iyi toz kaldırmışım!’’ diyebilmişti. Kızı, bu sözlerden bir şey
anlayamadığını ve açıklama beklediğini söylüyordu. Kızının beklentisini; ‘’Şu
anlatacağım fıkra hiç hesapta olmayan Blog Yazarlığım konusundaki yorumumu,
düşüncemi sanırım yeterince açıklar.’’ sözleriyle karşılamıştı.
‘’Bir köylü, tarlasından topladığı
samanları at arabasıyla köyüne taşımaktadır. Yaz sıcağında ağır yük taşıyan
atlar bir süre sonra ter içinde kalırlar. Sürücü, yorgun atlarını biraz
dinlendirmek amacıyla yol üzerindeki ağaçlardan birinin gölgesine yanaşır. O
ara, irice bir kır sineği arabanın arkasından sarkan saman çöplerinden birine
konar. Atların yeterince dinlendiğini düşünen sürücü arabasını hareket
ettirirken arkadaki sinek de eş zamanlı olarak keyifle kanatlarını çırpar. Güçlü
atların çektiği yüklü arabanın hareket etmesiyle, tarlalar arasındaki toprak
yolun tozu havaya saçılır. Ön tarafta, yani görüş alanının dışında neler olup bittiğinin bilincinde olamayan
sinek, geride kalan yoldaki toz bulutuna şaşkınlıkla bakar ve; ‘Amma toz
kaldırdım ha!’ diye gururlanır!’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder