Daha çok, ‘’hayatın anlamı’’ ve
‘’beklentilerinin’’ neden karşılanmadığı yönündeki sorulara bir yanıt arıyordu.
Hayatın anlamını genellikle iç veya dış etkenlerin olumlu ya da olumsuz oluşuna
göre yorumluyordu. Yorumları olaylara göre değiştiği için de birden fazla tanım
ortaya çıkıyordu. Bu da kavram karışıklığı yaratarak zihinsel karmaşaya yol
açıyordu. Zihninde aralıksız olarak; ‘’Her kesin hayatı ne kadar anlamlı! Oysa
ben, müşterilerimi rakiplerime kaptırmamak ve yeni müşteriler bulabilmek için
hayatımı yollarda geçiriyorum. Hayatın anlamı bu mu?’’ sorusu geçiyordu. Yanıt
bulamadığı bu soru giderek hayatın onun yaşamına anlam katacak fırsatlar
yaratmadığı inancına dönüşüyor ve buna içerliyor, öfkeleniyordu.
Avusturyalı Nöropsikiyatr Viktor Emil
Frankl; ‘’HAYAT ASLINDA ANLAMSIZDIR. İnsanın temel motivasyonu hayata mümkün
olduğunca anlam katabilmektir. Bu yolla
birey, yaratılışındaki saklı değerleri yaşama geçirerek kendini gerçekleştirme
fırsatı yakalar. Ancak bu, bireyin kendini aşabilme becerisi sonucu
gerçekleşir.’’ tespitini yapar.
Macar bilim adamı Dr. Hans Selye de hayatın
anlamsız olduğu yönündeki düşüncenin yarattığı stresle başa çıkmak için zevk
alınabilecek keyifli uğraşılarla zihni sürekli meşgul etmeyi, üretken olmayı ve
HAYATA ANLAM KATMA becerisi geliştirmeyi önerir.
Hayata anlam katmak ancak dünya sahnesinde,
yaşam okulunun kitabı olan doğayı ve doğanın küçük bir modeli olan insanın
kendi iç dünyasını keşfetmesiyle gerçekleşir. Doğa, farklı zamanlarda ve
mekânlarda muhteşem estetiğini ve etkileyici güzelliğini cömertçe sergiler.
Güzellik kavramı gizemli etkiler yaratarak ANLAM konusundaki gerçeğin perdesini
aralar. Görünenin arkasında saklı GERÇEĞİ keşfedebilen insan, kendisini önemsiz
ve değersiz bir varlık olarak görme yanılgısından kurtulur. Bunun sonucunda,
sahip olduğu muhteşem birikimine ulaşmasını engelleyen tek etkenin yine kendi
zihnine koyduğu ambargolar olduğunu anlar. Bu anlayış düzeyine ulaşmakla zihin hatalı
algı kalıplarından arınır. Bunun sonucunda ‘’insan’’ sadece var oluşundan
kaynaklanan değerinin ve öneminin bilincine varır. İşte o an ‘’insan’’ olmanın
anlamı tüm açıklığıyla gözler önüne serilir. Aslında insandır hayatın gerçek
anlamı. İnsanın varlığıdır hayata anlam katan.
Tam da bu nedenle, Sufi
der ki;
‘’Derdinin nedeni sensin, fakat sen göremiyorsun,
Derdinin dermanı da sende, ama sen bilmiyorsun.
Kendini küçücük bir bedenle sınırlı sanıyorsun;
Oysa koskoca evren senin içinde gizli.
Öyle güçlü ve açık bir
kitapsın ki;
Var oluşun sırları
seninle meydana çıkmakta.
Dışarıdaki birine
ihtiyacın yok;
Her bilgi gönlünde
yazılı senin!’’
Kimi
zaman da beklentilerinin karşılanmamış olmasının yarattığı hayal kırıklıkları
iç dünyasında karşı koyamadığı isyanlara dönüşüyordu. ‘’Tatil bile yapmadan,
hiç dinlenmeden aralıksız çalışıyorum. Çünkü meydanı rakiplerime bırakmamak
için daha çok para kazanmalı ve daha başarılı olmalıyım. Çünkü rekabet sadece
iş alanında değil, sürüp giden yaşam biçimi için de söz konusuydu. Pahalı marka
giysiler giymek, daha üst model bir arabaya sahip olmak ve daha büyük bahçesi
olan bir villada yaşamak. Tüm bunlar bir süreliğine hayatıma anlam katıyor gibi
görünüyordu. Ama bir süre sonra giysilerin modası geçiyor, arabanın daha üst
modeli piyasaya çıkıyor ve villanın sıvaları dökülüp eskiyordu. Başlarda anlamlıymış gibi gözüken her kazanım çok
geçmeden hızla anlamını yitiriyordu. Ben yine her şeye yeniden başlamak zorunda
kalıyorum. Sonuçta hiç bir beklentim karşılanmamış oluyordu.’’
ALFRED ADLER, insanın beklenti çabalarının temel
nedenini şöyle açıklar; ‘’Tüm insanlar zayıf, hassas, ve yetersiz bir bedenle
dünyaya gelir. Bu da kişide ‘’aşağılık kompleksi’’ gelişmesine yol açar. Bunun
sonucunda insan, başa çıkılması oldukça güç olan bu aşağılık duygusunun
üstesinden gelmek için olağanüstü çaba harcamak zorunda kalır. Bu çabanın
arkasında iki itici güç yatar. İlki KİŞİSEL KAZANÇ arzusuyla ÜSTÜNLÜK elde etme
beklentisidir. İkincisi ise hırsa dayalı acımasız rekabetin sağlayacağı KİŞİSEL
BAŞARI beklentisidir. Bu yöndeki çabalar bireyselden toplumsala yönelmedikçe
kalıcı ve sürekli olamaz. Bu nedenle de bu tür beklentiler sağlıklı değildir.
Çünkü rekabetçiliğin körüklediği ‘’başarı hırsı’’ insanın kapasitesini aşacak
ölçüde zihinsel ve bedensel enerji harcamasına yol açar. Bu da ilerleyen
süreçte psikolojik ve psikolojik kökenli bedensel sorunlara zemin hazırlar.’’
Tam da bu nedenle uyku bozukluğu, kalp çarpıntıları, sindirim sistemi sorunları yanında bel ve sırt ağrıları yaşıyordu. Uzun süredir ara vermeden araba kullandığı için belindeki ağrı şiddetlenmişti. Buna bağlı olarak bacaklarına giren kramp nedeniyle fren ve gaz pedallarını kullanmakta güçlük çekiyordu. Kısa bir süre mola verip dinlenebileceği bir yer aramaya koyuldu. Sessizliğin huzuru içindeki bir ovanın ortasından geçmekte olduğunu ancak o an fark edebildi. Otoyolun her iki yanındaki buğday tarlaları, ılık ve hafif esintili Ağustos rüzgarlarıyla yeşil bir deniz gibi dalgalanıyordu. Otuz metre kadar ileride, yol kenarındaki söğüt ağacının yanında durdu. Salkım söğüt, yerlere kadar sarkan küçük yeşil yapraklarla bezeli ince dallarıyla çimenleri oldukça davetkar bir şekilde okşuyordu. Ağacın gölgelediği serin çimenlerin üzerine uzandı usulca. Yanı başındaki çeşmenin musluğundan aralıksız akan suyun şırıltılarına çekirgelerin seslenişleri katılıyordu kimi zaman. Kulaklarını yalayıp geçen ılık rüzgârın hafif ıslığı yüreğini ferahlatıyordu. Doğa tüm şefkatiyle bir anda sarıp sarmalamıştı yorgun bedenini. Uykuyla uyanıklık arası bir haldeydi. Tüm bedeni bir anda rahatlamıştı. Ancak zihnini yoran düşüncelerden kurtulamıyordu. Kendisinden, aile bireylerinden, çevresindekilerden ve hayattan beklentileri aklından geçiyordu istemsizce. Hayatın kendisine hiç de cömert davranmadığını, hiçbir beklentisinin karşılamadığını düşünerek öfkelendi.
Aslında pek çok insanın yaşadığı hayal
kırıklıkları bu tür ‘’beklentilerden’’ kaynaklanıyordu. Abraham Maslow;‘’Gelecek
belirsizdir ve insan ilişkileri öngörülemezdir.’’ sözleriyle, beklenti içine
girmenin gerçeklerle bağdaşmadığını anlaşılır bir dille vurgular. Çünkü
’Beklenti’ esnekliği olmayan, içinde ‘mutlaka olmalı’ anlayışını da içeren bir
kavram. Sıradan, basit gibi gözüken bir beklentinin, karşı taraf için karşılanması
güç ‘’yüksek beklenti’’ olabileceği öngörülemezdir. Bu yönüyle her beklenti
süreç içerisinde insan ilişkilerinde sevgiyi, ilgiyi ve saygıyı zedeleyerek her
iki tarafı da yıpratır. Hayattan yüksek beklentiler ise yaşamı güçleştirerek
hayal kırıklıklarına yol açıyordu.
Nobel ödüllü yazar Nikos
Kazancakis’in, mezar taşına
‘’BEKLENTİM YOK. KORKMUYORUM.
ÖZGÜRÜM!’’ sözlerini yazdırmayı uygun görmesi oldukça düşündürücüdür. Çünkü her
beklenti bilinç dışında o beklentinin
gerçekleşmeme olasılığının yarattığı KAYGIYI ve KORKUYU da beraberinde getirir.
Korku ve kaygı duygusu insan zihnini ele geçirerek özgürce düşünmesini engeller.
Karşılanması güç ‘’yüksek beklentiler’’ içinde olmak yerine ‘’Umut etmenin’’ çok daha sağlıklı bir
yaklaşım olduğu açıktır. Çünkü ‘’umut’’ kesinlik içermez, esnektir. Bu nedenle
de hayal kırıklığı yaratmaz.
Uyuyakalmıştı. Otoyolda karşılaşan aynı
firmanın yolcu otobüsü şoförleri birbirlerini selamlamak amacıyla korna
çalıyorlardı. Korna sesiyle irkilerek uyandı. Kontak anahtarını hırsla çevirirken
rakiplerini düşünüyordu. Onları piyasadan
silmekten başka bir isteği yok gibiydi. Bu istek o denli güçlüydü ki
limitin üzerinde bir hızla araba kullanırken ne geride bıraktığı eşi ve
çocukları ne de işi bir an bile aklına gelmiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder