İnsanın pek çok hayvanla ortak yönlerinden biri de merak dürtüsüdür. Ancak, hayvanlardaki merak dürtüsü beslenme, barınma ve üreme içgüdülerine doyum arayışı ile sınırlıdır. Bu nedenle en zeki hayvan bile güneş sisteminde kaç gezegen olduğunu merak edemez. Oysa insan, hayvana oranla son derece gelişmiş beyin yapısına ve yüksek zekaya sahiptir. Bu özelliği nedeniyle kendisini ve çevresini dikkatle gözlemler ve araştırır. Giderek gözlemlerini ve araştırmalarını yorumlar ve bağlantılar kurarak anlamaya çalışır. Aslında bu insanın kendisiyle, çevresiyle ve yaşadığı dünyayla sözcükler aracılığıyla iletişim kurma çabasıdır.
Rus Psikolog Lev Vygotsky; ‘’Sözcükler,
insanın çevresiyle iletişim kurma ihtiyacıyla yani sosyal etkileşimle
oluşturulur. Sosyal etkileşim, yalnızca toplumun birey üzerinde değil, bireyin
de toplum üzerindeki etkileriyle gerçekleşir. Bu tür karşılıklı etkileşimler
sonucu oluşan yaşam deneyimleri ise sözcükler aracılığıyla zihinsel süreçlere
dönüştürülür.’’ tespitini yapar. Bir insanın başka bir
insanı, bir nesneyi ya da bir olayı yorumlama ve anlama çabası sözcükler
aracılığıyla gerçekleşir. Bu nedenle insanın merak ettiği hemen her şeyi anlama
yönündeki bu aralıksız çabaları onun zihinsel anlamda değişerek gelişmesini
sağlar. Başka bir anlatımla, insanın zihinsel gelişimi sözcük birikiminin
zenginliği oranında gelişir.
Yaklaşık olarak yüz on yedi bin sözcük
içeren bir dili sadece 150-200 sözcükle konuşmaya veya anlamaya çalışmak ciddi
anlamda iletişim sorununa yol açar. Çünkü insan sınırlı sayıda sözcükle kendisini
doğru tanımlayamaz ve doğru anlatamaz. Öte yandan, iletişim kurmaya çalıştığı
insanların uzun cümlelerini de anlamakta güçlük yaşar. Bunun nedeni, yetersiz sayıda
sözcük bilgisinin farklı anlamları olabilen bir sözcüğün sadece bir tek anlamının
algılanmasına izin vermesidir. Bu, DAR ANLAMLI ALGILAMAYA yol açarak anlama ve bilme
işlemlerinde yetersizlik yaratır. Giderek kavrama ve ayırt etme konusunda zihinsel karmaşaya neden olur. Bunun
sonucunda sözcükleri, cümleleri ve özellikle soyut kavramları anlama ve anlatma
konusunda güçlük yaşanır. Böylece, zihinsel anlamda yeterli
olgunluk düzeyine ulaşamayan bireyin anlama ve algılama sürekliliği kesintiye
uğrar. Sınırlı olan bilgiler birleştirilip yorumlanamadığı için bir konu gerçek
haliyle anlaşılamaz ve anlatılamaz.
Yetersiz sayıda sözcük birikimi konuşulan
dilin yanlış anlaşılmasına ve hatalı yorumlanmasına neden olur. Bu gerçeği Avusturyalı
Filozof, Ludwig Wittgenstein; ‘’Kendimizle
veya sosyal ilişkilerimizde kaygı yaratan anlaşmazlıkların başlıca nedeni
konuşulan dilin yanlış veya hatalı yorumlanmasıdır. Dildeki sözcüklerin hatalı
anlaşılması zihinde yanlış bir görüntünün ortaya çıkmasına neden olur. Bu da
insanı huzursuz eder.’’ tespitiyle vurgular. İletişim sorunu, bireyde yüzeysel
anlamda ‘’haberi’’ olduğu konular hakkında yeterli ‘’bilgisi’’ olmayan bir
kişilik yapısını ortaya çıkarmış olur. Bireyin bu denli gerçeklikten kopuk, hatalı algılamalara
dayalı anlama veya anlatma çabası yetersizliğe yol açarak kaygı yaratır. Kaygı
duygusu bireyin zihinsel potansiyelleri
kullanmasını engelleyerek dikkat dağınıklığına ve odaklanma güçlüğüne
neden olur. Kaygı duygusunun cenderesine sıkışıp kalan birey ne kendisi ne de
dış dünya hakkındaki gerçekleri anlayıp ayırt edemez. Bunun yerine kendisini, her
hangi bir insanı, nesneyi ya da olayı gerçek haliyle değil; ancak zihninde
kurguladığı haliyle algılar. Bu da iletişim bozukluğuna yol açarak bireyin
sosyal ilişkilerini olumsuz etkiler. ABD’li Prof. Stanislav Grof; ‘’Kaygıya,
bireyin kendisiyle ve sosyal ilişkilerinde yaşadığı iletişim hatalarından
kaynaklanan yetersizlik yol açar. Bunun nedeni kendimizi doğru şekilde
anlatamamak veya karşımızdakini doğru anlayamamaktır. Bu durumda insanlar çoğu
zaman nevrotik bir tepki olan ‘’ama’’ kalkanının arkasına saklanır ve savunma
düzeneklerini harekete geçirerek hatalarıyla yüzleşmekten kaçınırlar. Bu da
kaygının derinleşmesine yol açar.’’ görüşünü savunur.
Kaygı yaratabilecek iletişim hatalarını önlemenin yolu bireyin kendisini doğru sözcüklerle anlatma çabası yanında başkalarını da özenle dinleyerek doğru anlamaktır. Kuşkusuz ki bu, konuşulan dilde yeterli sayıda sözcüğe sahip olmayı gerektirir. Okuma alışkanlığı olmayan, bu nedenle sözcük birikimi yetersiz olan bir insanın iletişim konusundaki her girişimi sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanır. Buna bağlı olarak gelişen özgüven kaybı bireyin özsaygısının da ciddi anlamda zedelenmesine neden olur. Birey giderek kendisine, çevresine ve yaşama yabancılaşarak öfke ve saldırganlık duygularının tutsağı olur çıkar. ‘’Düşmanca’’ ve ‘’yabancı’’ olarak algıladığı bir dünyada var olabilme çabasının son kalesi olan ‘’Kurnazlığa’’ sığınır.
1 yorum:
Hocam harikasınız konu bu kadar kısa öz anlaşılır anlatılır
Yorum Gönder