‘’Kaygı’’ nedeni bilinmeyen korkulardan kaynaklanan ve dayanılması oldukça güç bir duygudur. Kaygı Nevrozunun temeli 0-3 yaş arası preödipal dönemde hissedilen belirsizlik ve güvensizlik duyguları sonucu oluşur.
Dürtülerine doyum arayışları çeşitli
nedenlerle engellenen çocukta belirsizlik ve güvensizlik duyguları gelişir. Beslenme, uyku ve bakım gibi ihtiyaçları bazen koşullar elvermediği için
zamanında ve yeterince doyuma ulaştırılamaz. Kimi zaman da çocuğun doyum arayışları eğitsel amaçlı olarak anne ve baba tarafından
engellenir. Bu süreçte ebeveynlerin katı disipline dayalı eğitsel
yaklaşımlarını izleyen sevecen tutumları bebekte zihinsel karmaşa yaratır. Dürtülere
doyum arayışları ile engellenmenin yarattığı çatışmalar Nevrotik kaygılara yol
açarak temel güven duygusunun sarsılmasına yol açar.Temel güven duygusu zayıflayan çocukta yaşamın düşmanca
olduğu yönünde hatalı bir algı gelişir. Güven vermeyen bir yaşam karşısında
kendisini olduğundan daha çaresiz ve yalnız
hisseden çocuk korkuya kapılır. Ancak, korkuyla baş etme konusundaki yetersizliği
kaygıya dönüşerek nevrotik tepkilere yol açar.
Başa çıkılması hayli güç olan kaygı duygusu bilinç dışına bastırılır. Zihinsel
süreçlerin önemli bir bölümünü oluşturan bilinç dışı; kabul edilemeyen veya
yasaklandığı için bilinç tarafından bastırılan anılar, duygusal çatışmalar,
arzu ve dürtüler yanında saldırganlık ve cinsellik gibi temel biyolojik
içgüdüleri ve itkileri içinde barındırır. Oldukça güçlü bir zihinsel enerjiye
sahip olan bilinç dışı, bastırılan kaygı nedeniyle bilinci olumsuz yönde
etkiler. Bu yönüyle kaygı, bireyin üretkenlik için ihtiyaç duyduğu zihinsel enerjisini verimsiz şekilde tüketmesine neden olur. Ayrıca kaygı bozukluğu insanın zihinsel potansiyellerini ele geçirerek sorunlara çözüm üretme becerisini de zayıflatır. Bu nedenle Karen Horney,
Kaygı Nevrozunu; ‘’Yetişkin bireyin sorunlar karşısında çocuksu tepkiler
göstermesidir.’’ sözleriyle tanımlar. Çocukluk döneminde temelleri atılan kaygıya yetişkin dönemin kendine özgü kaygıları
da eklenir. Yetişkin bireyin duygu ve dürtülerinin
doyum arayışları bu kez de otorite figürleri, yasalar, inanç sisteminin
yasakları ve toplumsal değer yargıları tarafından engellenir.
İnsan türünün, bu gezegende var oluşundan 10. 000 yıl öncesine kadar, ayrılmaz
bir parçası olduğu doğa ile iç içe yaşadığı biliniyor. Bu tarihten sonra topraktan
ürün almayı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrenerek yerleşik düzene geçildi.
Günümüze yakın tarihlerde ise bilim ve teknolojinin gelişmesiyle sanayileşme
süreci başladı. Bu süreç, sağladığı konforla yaşamı kolaylaştırırken
diğer yandan insanın doğadan kopmasına yol açtı. Sonuçta insan üretken olma
niteliğini büyük ölçüde yitirerek doyumsuzca tüketen bir canlı haline geldi. Ancak,
nüfusu artan dünyanın doğal kaynakları insanın doymak bilmez tüketimini
karşılamakta yetersizdi. Bu aşamada bilim ve teknolojinin yardımıyla daha çok
tüketebilmek için doğal gıdaların, besinlerin genetik doğasıyla oynandı.
Hormonlu yapay gıdalarla beslenme dönemi başladı.
Bu yapaylıktan insan ilişkilerindeki
doğallık da payını almakta gecikmedi. Giderek duygulardaki doğallık da
tüketildi. Sevgi, saygı, ilgi ve dostluk anlayışındaki içtenlik yapaylaştı. Artık
insanların büyük çoğunluğunun önceliği sevmek
değil; sevilme duygusuna doyum arayışıydı. Aynı ortamı paylaşan insanların
beklentilerinin bu yönde olması kaçınılmaz olarak ‘’duygusal açlığa’’ yol açar.
Duygusal açlığın yarattığı ‘’içsel boşluk’’ ise kaygıyı derinleştirir. Kaygılı
insanlar, duygusal açlığın yarattığı, dayanılması güç içsel boşluk hissiyle başa
çıkabilmek için daha çok yemeği ve daha çok tüketmeyi çözüm olarak görür. Böylece
insan, içine düştüğü kısır döngüden çıkabilmek için havayı, denizleri ve
toprağı da kirleterek hırsla doğayı tüketmeye başladı. Var oluşunun temel
dayanağı olan doğayı tüketirken aslında kendisini de tükettiğini fark edemez. Yaşamın temel
amacının tüketmek değil; üretmek ve paylaşmak olduğu unutulmuştur artık. Bu
aşamadan sonra geriye kalan, hırsa dayalı rekabetle yapay ve geçici başarılar peşinde
koşmak, daha çok para kazanmak ve daha çok tüketmektir.
Kentlileşerek ‘’Uygarlaşan’’ çağımız
insanı giderek doğadan kopuk, zihni karışık ve hayata anlam katamayan bir canlı
haline dönüşür. Tam da bu nedenle Sigmund Freud; ‘’Ne yazık ki uygar olmanın bedelini
Nevrozla ödüyoruz.’’ tespitini yapar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder