27 Nisan 2024 Cumartesi

ÖZSAYGI

     Saygı, aile bireylerinde ve tüm sosyal ilişkilerde önemi yadsınamaz bir tutumdur. Bu nedenle anne ve babalar eğitim sürecindeki çocuklarında büyüklerine, yani otorite figürü olan kişilere karşı saygılı davranmaları yönünde algı oluştururlar. Bunun sonucunda saygı, başkalarından beklenen bir kavram olarak zihinlerde yer alır. Bu anlayışla eğitilen çocuk yetişkin yaşa geldiğinde çevresindeki hemen her kesten saygı bekler.

     Üzerinde yaşadığımız gezegende hiçbir canlı anlamsız, önemsiz ve değersiz değildir. Var olan canlılar içinde yer alan insan türü ise fiziksel özellikleri, zeka düzeyi ve akıl yürütme becerisi açısından diğer tüm canlılardan daha üstün niteliklere sahiptir. İnsan, bu yönde geliştireceği bilinçli farkındalıkla saygı duygusunun asıl öznesinin kendisi olduğunu kavrar. Böylece her birey, sadece ‘’İnsan’’ olduğu için kendisine saygı duyar. Bunun ön koşulu ise eğitim sürecindeki çocukların öncelikle kendilerine saygı duymaları yönünde eğitilmeleridir.

      Aile bireylerinin ve sosyal çevrenin olumlu ve onaylayan yaklaşımları gelişim sürecindeki çocukta temel güven duygusu yaratır. Böylece çocuk kendini güvende hisseder. Bunu izleyen cesaretlendirici ve sevecen yaklaşımlar ise çocuğun kendi değerleri konusunda farkındalık geliştirmesine yol açar. Artık özerk olduğunu hisseden çocuk ilerleyen gelişim sürecinde özsaygısı yüksek bir birey olacaktır.  

     Özsaygı, insanın kendini benimsemesi, onaylaması ve kendine değer vermesidir. Bunun sonucunda birey hem değerli hem de kendine yeterli olduğu yönünde bilinç geliştirir. Böylece sevmeye ve sevilmeye layık olduğu konusunda kaygı yaşamaz. Özsaygısı yüksek birey  sorunlara çözüm üretir ve başarısızlığını kimseyi suçlamadan kabullenir. Ayrıca eleştiriye açık olduğu gibi öz eleştiriye de yatkındır. Sahip olduğu haklarını yaşama geçirirken başkalarının haklarına da saygı duyar.

     Bir başka açıdan özsaygı, organizmayı harekete geçiren dürtülere doyum arayışları sürecinde bireyin aşırılıklarını dengeleme görevi üstlenir. İnsan böylece incinmemek ve başkalarını incitmemek düşüncesiyle dürtülerini denetim altında tutabilmeyi başarır. Özsaygı sorunlar karşısında güçlü bir öfke kontrolü sağlar. Kendisine saygısı olan insanlar makam, para veya kaba kuvvet gibi etkenlerle başka insanları incitmekten, küçümsemekten ve güç gösterisinden kaçınırlar. Öte yandan insan, son derece karmaşık bir zihin yapısına ve sıkılıkla değişebilen duygu durumuna sahiptir. Bu nedenle kendisine saygısı olan insanların asla hata yapmayacakları yönünde bir anlayış sadece önyargıdır. Özsaygısı olan insanlar da hata yapabilir. Ancak kendinse saygısı olmayan insanlardan fakı, hatasının farkına vararak benzer hataları  tekrarlamamasıdır.   

     Bu nitelikleri nedeniyle özsaygı sosyal ilişkilerde uyumun, iş yaşamında başarının ve aile ortamında huzurun temelini oluşturur.

 

 

29 Ocak 2020 Çarşamba

EŞ SEÇİMİNİ YÖNLENDİREN ETKENLER


İnsanın doğuştan getirdiği beğenme ve beğenilme dürtülerine doyum arayışları sosyal ilişkileri başlatma görevi üstlenir.
İlişkilerin sürekliliğini sağlayan ise yine doğuştan sahip olunan sevme ve sevilme ihtiyacıdır.
Bu tür yaygın sosyal ilişkiler, karşı cinsler arasında ve eş seçimine yönelik olması halinde oldukça farklı bir süreç izler.
Sevme, sevilme ve beğenme, beğenilme ihtiyaçlarının doyum arayışlarına biyolojik, zihinsel ve sosyal çevre etkileri de katılır.
Ayrıca bireyi farkında olamadığı ve bilinç dışı süreçlerle etkileyen dopamin, feromon gibi hormonlar ve biyokimyasallar da rol alır.
Böylece insan, beğenerek ve severek seçtiğini sandığı bir eşle nasıl olduğunu hiç anlayamadığı ciddi anlaşmazlıklar yaşamaya başlar.
Doğanın bundaki amacı, insanın özgür seçim yaparak mutlu olmasından çok neslin sağlıklı devamını sağlamaktır!  
Bunların tümünün arka planında ise, çoğu zaman adlandırılamayan ‘’Ruh Eşi’’ arayışları yer alır.
Ruh Eşi kavramının kısa bir özeti, eş seçimi sürecine yaptığı oldukça güçlü ve yanıltıcı etkilerini anlamaya yararlı olabilir.
 
Mitolojiler ve Ezoterik bilgiler, insanın ilk yaratılışta kadın ve erkeğin bir bedende ve aynı ruhtan yaratıldığı görüşünü paylaşılır.
İki farklı cinsin birbirlerinin eksikliklerini tamamlayıcı bir bütünlük içinde yaratılmasıyla ortaya çıkan insan gerçek anlamda mutludur.
Bu yaratılış özelliğiyle hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insan kibirlenerek Tanrıların isteklerine karşı çıkar.  
İsyankârlığa öfkelenen Mitolojik Tanrılar, ilahi bir ceza olarak, tam ve bütün olarak yarattıkları insanı ikiye ayırırlar.
Hemen sonrasında yaratılan çok sayıda insan da benzer şekilde ikiye ayırılır.
Fiziksel ve ruhsal olarak birbirinden farklı görünümle ortaya çıkan kadın ve erkek gerçek anlamda Ruh Eşidir.
Ancak Ruh eşleri, birbirlerinden ayrılma öncesinde sahip oldukları bütünlük duygusunu tamamen yitirdikleri için artık mutsuzdur!
Mutlu olmaları ise yeniden birbirlerine kavuşarak bütünleşmelerine bağlıdır.
Tanrılar, birbirlerini bulamayacakları şekilde ayırdığı Ruh eşlerinin yeniden kavuşmamaları için aralarına sayısız engeller koyarlar.
İnsandan aldıkları ‘’mutluluk’’ yerine ‘’umut’’ duygusunu vererek bu ilahi cezanın yaşam boyu sürmesini sağlarlar.
Böylece umut, sevgiyle başlayan her ilişkiye sinerek tarafları ruh eşleri oldukları yönünde yanıltma görevini üstlenir.
Yanılgının fark edilmesiyle gerçekleşen hayal kırıklığı insanın derin acılar yaşamasına neden olur.
Böylece ‘’umutla’’ girişilen her sevgi deneyimi beklenmedik şekilde huzursuzluğa dönüşerek ilahi bir ‘’sınanma’’ halini alır.
Umut ve sınanma kısır döngüsüne kapılan insanın her deneyimi hayal kırıklığına, acı çekmeye ve güçlükler yaşamasına yol açar.
Sevilme ve beğenilme duygusundaki açlıkla yaptığı hatalı seçimler suçluluk duygusu yaratır.
Yaşadığı suçluluk duygusunun ağır yükünü hafifletmek umuduyla da aralıksız, yeni arayışlara girişir.
Duygular, ilahi bir ceza olarak yaşam boyu sürmesi öngörülen bu kısır döngüden kurtulmanın önündeki başlıca engel halini alır.

Eş seçimi gibi yaşamsal bir konuda duyguların akıl becerisi ile dengelenmesi hata payını azaltarak bireyin özgüvenini yükseltir.
Özgüven, insanın geçmişteki hatalarını hayal kırıklığı olarak değil; olgunluğa ulaştıran deneyimler olarak değerlendirmesini sağlar.  
Olgunlaşan birey, sonuçsuz arayışlara girişmediği gibi deneyimlediği her acıyla da zorlukları aşama gücü kazanır.
İnsandaki sorunlarla mücadele gücü, yaşamdaki engelleri ve başarısızlıkları aşmasında önemli rol üstlenir.
Üstesinden gelinen her sorun bilgi birikimine dönüşerek bireyi bilgeliğe de ulaştırabilecek bir yaşam deneyimini içinde barındırır.
Her sınanmayı hayal kırıklığı yerine, deneyime dönüştürme becerisi insanın ruhsal gelişimine önemli katkılar sağlar.
Bunun sonucunda, dış görünümün çekiciliğine aldanmadan içsel değerleri öne çıkaran akılcı eş seçimi gerçekleştirilir.
Akılcı seçimler duygu ve düşüncelerde, inançlarda ve amaçlarda benzer yaklaşımlar sağlayarak ilişkilerde uyum yaratır.
Uyumlu beraberlikler ego çatışmaları ve üstünlük savaşları yerine alçak gönüllü bir dayanışma ve yardımlaşmayı öne çıkarır.
Sorunları dayanışma içinde çözme becerisi ise karşılıklı anlayış, hoşgörü ve gerçek sevgi duygusunu geliştirir.

Sevgi, yaşama karşı mücadelede insanları birleştiren güçlü bir duygudur.
Ancak sevgi duygusunu kalıcı ve sürekli kılan saygı ve güven duygusunun yarattığı huzur iklimidir.



                                                                     

23 Ocak 2020 Perşembe

RUH EŞİNE KAVUŞMAK

İnsan, ilk var oluşta kadınla erkeğin aynı ruhtan ve bir bedende yaratıldığı konusu Mitolojilerin ve Ezoterizmin ortak temasıdır.
Bu şekilde yaratılan insanın terk edilme veya anlaşabileceği bir eş bulamama gibi sorunları yoktu.
Doğası gereği, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bu insan formu gerçek anlamda mutluydu. 
Ancak, kalıcı ve sürekli gibi gördüğü mutluluğun sunduğu sorunsuz yaşam kibirlenmesine yol açar.  
Kibirin körüklediği bencillik ve kendini beğenmişlikle Mitolojik Tanrıların isteklerine karşı çıkmaya başlar.
   
İnsanın isyankârlığına öfkelenen Mitolojik Tanrılar, kendini akıllı ve güçlü sanan bu aciz yaratığı terbiye etmeye karar verir.
İlahi plana göre aynı ruhtan ve bir bedende bütünleşmiş olarak yarattığı ilk insanı farklı görünümde iki ayrı parçaya ayırır.
Yarattığı başka insanların da aynı şekilde ikiye ayrılmalarını gerçekleştirir.
Yeni beden formu içinde kendisini tam ve bütün olarak algılayan ancak, yarısını yitirmiş çok sayıda erkek ve kadın ortaya çıkar.

Tanrılar kadına, kendisine bakanlarda büyüleyici etkiler yaratan olağanüstü güzellik ve karşı konulamaz çekicilik verir. 
Mitolojik Tanrıçalar ise kadına kendi özelliklerinden ve üstün niteliklerinden birer parça armağan eder.
Birbirlerini hayranlıkla izleyen kadınlar ve erkekler bunun bir cezadan çok, büyük bir ödül olduğunu düşünür.
Tanrılar ise cezanın asıl bundan sonra başlayacağını belirterek her birini, diğer yarısını bulamayacağı yerlere yönlendirir.
Asla kavuşamamaları için de aralarına aşamayacakları sayısız engeller koyar.

Böylece insan yaşadığı sürece kayıp diğer yarısını yani Ruh Eşini özlemle arayacak ancak ona asla kavuşamayacak ve acı çekecektir.
Ruh eşi olduğunu sandığı kimselerin ise aslında bir başkasının kayıp yarısı olduğunu anlayınca da hayal kırıklığı yaşayacak.
Diğer yarısına kavuşamayan insan bu dayanılmaz acıdan kurtulmak için kibirlenmekten vazgeçerek Mitolojik Tanrılara yakaracak.
Ancak, tüm yakarmalarına rağmen bu acı verici sonuçsuz arayışlar nesiller boyunca sürdürülecektir.
İnsan, Tanrıyı yok saymasının saygısızlığının ve bencilliğinin bedelini bu şekilde ödeyecektir.

Gerçek Ruh eşi olan diğer yarısından ayrılan insan artık mutsuzdur.
Tanrılar, kibri nedeniyle insandan aldıkları mutluluk duygusu yerine umut duygusunu verirler.
Umut, bir yandan insanın hedefine yönelik çabalarının itici gücünü oluşturur.
Ancak diğer yandan ise ilahi bir ceza olarak asla kavuşulamayan ruh eşi arayışının yaşam boyu sürdürülmesini sağlar.
Taşıdığı bu niteliklerle umut, her insanın yaşamında bir sınav halini alır.
Böylece, umutla başlayan her ruh eşini bulma çabası hayal kırıklığı yaşatan acı verici deneyimlere dönüşerek sürüp gidecektir.
Hayal kırıklığıyla tükenen umut duygusunu canlandırma görevini ise üreme içgüdüsü yanında sevilme ve beğenilme dürtüleri üstlenir.
İçgüdü ve dürtülerin baskın etkisi, insanın kolayca dış görünümün büyüsüne kapılmasına neden olur.
İçsel değerleri göz ardı eden dış görünümün aldatıcı niteliği yeterli doyum sağlamaz ve ruhsal çöküntü yaratarak sonlanır. 

Yaşamsal önemdeki Ruh Eşi konusunun içerdiği bu gerçekler umutsuzluk ve karamsarlık yaratabilir.
Oysa asıl karamsarlık, asla gerçekleşmeyecek düşsel beklentilere beslenen umuttan kaynaklanır.
Ulaşılamayacak idealleri, hayalleri gerçekleştirme çabasıyla girişilen her arayış süreci başlarda heyecan verici olabilir.
Ancak sonrasında yaşanan hayal kırıklıkları umutsuzluk duygusunu derinleştirir.
Giderek umut ve umutsuzluk birbirini izleyen kısır döngü halini alır ve insanın zamanını, üretken enerjisini verimsiz çabalarla tüketir.

Umut ve iyimserlik, duyguları ve aklı birlikte kullanılma becerisiyle ulaşılabilecek gerçeklerden güç alır.

20 Ocak 2020 Pazartesi

‘’RUH EŞİ’’ KAVRAMININ ANLAMI

Duygular, düşünceler ve davranışlar doğuştan sahip olunan sevilme ve beğenilme arzusuna doyum arayışları yönünde şekillenir.

Doyum arayışları, ergenlik döneminde etkinleşen ve neslin devamını sağlama görevini üstlenen üreme içgüdüsüyle karşı cinse yönelir.
Bu içgüdüden kaynaklanan erotik sevgiler, doğası gereği daha çok dış görünümünün çekiciliğini ön plana alır.
Erotik sevgiler, serotonin ve dopamin gibi hormonları sınırlı sürelerde salgılatarak tarafların kendini iyi hissetmesini sağlar.
Ancak bu tür doğal kimyasalların geri emilimiyle ego çatışmaları, tartışmalar birbirini izler.
Sonuçta yanlış seçim yapmış olma inancının yarattığı hayal kırıklığı derin bir ruhsal çöküntüye yol açar.

Erotik sevgilerin yeterli ve kalıcı doyum yaratmaması, varlığını daha derin hissettiren başka bir etkenden kaynaklanır.
Aslında her sağlıklı insan, tam olarak adlandıramadığı ve tanımlayamadığı eksiklerinin olduğu yönünde farkındalık yaşar.
Bu eksiklik duygusu, dış görünümün çekiciliğinden çok ruhsal doyuma ulaşılmasıyla tamamlanarak dengelenebilir.
Kadının ve erkeğin arayışlarının arka planında yer alan asıl etken eksiklerini tamamlayabilecek bir karşı cins ihtiyacıdır.
Ancak aranan her hangi biri değil; bireyin genetik koduna şifrelenen Ruh Eşi’dir!

Bu noktada, Ruh eşi kavramının anlamını açıklayan doyurucu bir tanımı insanın ‘’nasıl’’ yaratıldığı sorusunun yanıtı verebilir.
Felsefe bilimi insanın ‘’niçin’’ ve ‘’neden’’ yaratıldığı sorularına, felsefecinin bakış açısından farklı görüşler sunar.
Ancak felsefe, insanın ‘’nasıl’’ yaratıldığı konusuyla doğrudan ilgilenmez.
Yaratılışın ‘’nasıl’’ gerçekleştiği konusu, çok Tanrılı inanç sistemlerinde Mitolojilerin ve sonraki süreçte de tek Tanrılı inançların ana temasını oluşturur.
Çok Tanrılı inanç sistemlerinde, değişik ulusların mitolojileri ‘’ilk insanın’’ yaratılış öyküsünü oldukça benzer şekillerde açıklar.
Tümü de ilk insanın, kadın ve erkeğin dişil ve eril nitelikleriyle tek bir bedende, bir bütün halinde yaratıldığı görüşünü paylaşırlar.
Estonya Mitologyasında, ilk yaratılan insan hem erkek hem dişi olarak iki cinsiyetli ama ‘’tek bir’’ varlık olarak tasvir edilir.
Buna ek olarak bazı Mitolojik Tanrıların da ilk yaratılan insan gibi tek bedende eril ve dişil özelliklere sahip olduğu anlatılır.
Benzer şekilde, Hindistan’da Şiva- Kali ikilisi eril ve dişil niteliklerde oldukları halde tek bir varlık gibi gösterilir.
Yine tüm mitolojiler, insanın sonradan ikiye bölündüğü konusunda da aynı görüştedirler.
Bu bölünme sonucunda, diğer yarısını yitiren bir kadın ve bir erkek ortaya çıkar.

Tek Tanrılı inançların bu konudaki yaklaşımları da ilginç benzerlikler gösterir.
İslam Dininin kutsal kitabı Kur’an’daki A’raf Suresi 189. Ayet; ‘’O, odur ki sizi bir tek canlıdan yarattı. Eşini de ondan vücuda getirdi ki gönlü buna ısınsın.’’
Rum Suresi, 21. Ayet; ‘’O’nun mucizelerinden biri de sizin için, kendilerine ısınasınız ve aranızda sevgi ve şefkat oluşsun diye nefsinizden (Ruhunuzdan) eşler yaratmasıdır.’’
Tevrat, Tekvin’de Bap 2; ‘’Ve Rab Allah yerin toprağından Adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.
Ve Rab Allah dedi; Adamın yalnız olması iyi değildir, kendisine uygun bir yardımcı yapacağım ve Rab Allah adamın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu.
Ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi.
Ve adam dedi; Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, etimden ettir. Buna Nisa denilecek. Çünkü o insandan alındı. Bunun için insan eşine yapışacaktır ve ‘’bir beden’’ olacaktır.’’
Kabala anlayışına göre de iki cinsiyetli ve tek olarak yaratılan ilk varlık Âdem’di. 
Âdem, Havva ile sırt sırta olarak birbirlerine omuzlarından yapışıktılar. Tanrı bunları ikiye ayırdı, böylece Havva var oldu.
Bir başka Kabalist öğretiye göre de Tanrı insanı ortasından ikiye ayırdı. İkiye ayrılan insanın sağ yanından Âdem sol yanından Havva var oldu.

Bunun yanında kutsal kitapların tümü de bütün insanların Âdem ve Havvadan meydana geldiği konusunda ortak görüşteler.
Bu görüş aynı zamanda her insanın bir ‘’diğer yarısının’’ yani ruh eşinin olması gerektiği gerçeğini tespit eder.
Buna göre ilk yaratılışta bir ‘’bütün’’ olarak var oluştan hemen sonra ikiye ayrılan insan, ancak eksiğini tamamlayan diğer ‘’yarısına’’ kavuştuğunda yeniden bir ‘’bütün’’ haline gelebilecektir.
Bu gerçekten hareketle ruh eşi birlikteliği yaş ve fiziki görünüme dayalı biçimsellik yerine ruhsal ve zihinsel bütünleşmeyi temel alır.
Keşfedilen pek çok ‘’farklı’’ yön ise üstünlük savaşına değil; ‘’kayıp yarısıyla’’ bütünleşme hissinin yarattığı ruhsal doyuma ulaştırır. Birbirlerinin eksik yönünü tamamlayıcı nitelik taşıyan bu farklılıklar derin bir iletişimi, karşılıklı anlayışı ve sezgileri öne çıkarır.
Bunun sonucunda gerçekleşen pozitif etkileşim karşılıklı güven, sevgi ve saygı duygusunu güçlendirir.
Ruh eşleri, beraberliğin oluşturduğu çekim gücüyle evrensel birlik duygusunu tüm benlikleriyle hissederler.

8 Ocak 2020 Çarşamba

UYKU BOZUKLUĞU ve ''AFYONUNU PATLATAMAMA'' SORUNU

Asılsız suçlanmalar, uğranılan haksızlıklar ve küçük düşürülmeler gibi olumsuz yaşam deneyimleri bireyde suçluluk duygusu yaratır.
Zihin, suçluluk duygusunun yarattığı kaygıyı önlemek amacıyla bu tür anıları bilinçten iterek bilinçaltına bastırır.
Bilinçaltına bastırılan anıların her bilince çıkma çabası ise bilinç tarafından engellenir.
Ancak bu üzücü anılar seyrek olarak ve hiç beklenmedik anlarda dil sürçmeleri şeklinde bilinç alanına çıkarak kendini ifade eder.
Sık görülen ifade şekli ise uykuyla uyanıklık arasında kontrolü oldukça zayıflayan bilince üşüşen düşüncelerle uyku düzenini bozucu etkiler yaratmasıdır.

Uyku bozukluğu yaşayan birey her gece olduğu gibi uyuyamama endişesiyle yatağına uzanarak sayısız yatış pozisyonu dener.
Zihni iç ve dış uyaranlara açıktır; çevresel sesleri duyar.
Bir süre sonra gelişen uykuyla uyanıklık arası süreçte birbiriyle bağlantısız düşünceler aralıksız olarak zihnini ele geçirir.
Günün ilk ışıkları odasını aydınlatmaya başladığında, artık oldukça yorgun düşmüş olarak kendinden geçer.
Kendinden geçme hali, tam olarak dinlendirici bir uyku olmadığı için beyin hücreleri yeteri kadar dinlenemez.
Dinlendirici olmaktan uzak, oldukça yorucu bu tür bir uykudan sonra kendine gelmesi saatler alabilir.
Zihinsel yorgunluk zaman, mekan ve benlik algısını zayıflatır. Algılama güçlüğü ve bellek bozukluğu sonucu yaşanan olayların öncelik sırası yer değiştirir, günleri birbirine karıştırır.
Tanıdıklarının isimleri anımsayamaz ya da bir başkasıyla karıştırır.
Sonuçta alıngan, öfkeli ve agresif biri olur çıkar.
Onun bu hali yakın çevresindekiler tarafından, anlamı çok bilinmese de ‘’Afyonu patlamamış.’’ deyimiyle nitelendirilir.
Aslında ‘’Afyonu patlamamış’’ deyimi geçmişte kalan bir gerçeği yansıtmaktadır.

Tarihin her döneminde ve her ülkede bazı insanların madde bağımlısı olduğu bilinir.
18. ve 19. yüzyıllarda günümüzdeki sentetik uyuşturucular henüz keşfedilmediği için madde bağımlılarının tercihi genellikle Afyon yutmaktı.
Afyon, etkisini kısa sürede yitiren bir uyuşturucu türü olduğu için gün içerisinde aralıklarla ve yeniden kullanımı gerekmekteydi. 
Ancak bu uygulama şekli ortadoğu coğrafyasında oruç ibadeti nedeniyle sorun yaratırdı.
Dönemin deneyimli bağımlılarının giriştikleri uzun süreli ‘’deneysel’’ araştırmalar başarılı bir ‘’keşifle’’ sonuçlanır.   
Sahur vakti farklı kalınlıkta kâğıtlara sarılmış olarak yutulan üç ayrı afyon ‘paketiyle’ bu sorun çözülmüş oluyordu. 
Mide asidinde sahurdan sonra çözülebilecek kalınlıkta kâğıda sarılan birinci ‘’preparat’’ bağımlıyı sabaha kadar rahatlatırdı.
Daha kalınca bir kâğıda sarılı ikinci afyon ‘’tableti’’ öğlenden sonraya kadar sakinleştirme işlevini üstlenirdi.
Sonuncusu ise oldukça kalın bir kâğıda sarılır ve patladığında bağımlıyı iftara kadar dengede tutardı.
(Eskilerin Farmakolojiye katkıları küçümsenemez. Film tabletlerin ilham kaynağı bu olmalı!)

Ancak bazen evdeki hesap çarşıya uymaz ve en kalın kağıda sarılan sonuncu afyon paketi mide asidinde erimez, yani ‘’patlamazdı.’’
Bunun sonucunda bağımlıda ‘’Madde yoksunluğu’’ olarak adlandırılan aşırı sinirlilik, alınganlık ve huysuzluk belirtileri görülürdü.
Bu tür huysuzluklar konusunda yeterli ölçüde deneyimli olan yakın çevresi ‘’Afyonu patlamayan’’ bağımlıya anlayışla yaklaşırdılar.
Böylece hem bu yaklaşım hem de ‘’afyonu patlamamış’’ tespiti Uyku Bozukluğu yaşayanlar için de geçerlilik kazanmış oldu.

Gerçekten de geceyi sıkıntı verici düşüncelerle uykusuz geçiren birinin sabahki haliyle ‘afyonu patlamayan’ bir bağımlının huysuzluğu benzerlikler gösterir.



4 Kasım 2019 Pazartesi

MİTOLOJİLERDEKİ DÜŞSEL TANRIÇALAR ve GERÇEK KADINLAR

İnsan zihni, bedeni ve dış dünya sürekli olarak hareket halindedir. Bu hareketliliğe bağlı olarak gerçekleşen olaylar deneyimler şeklinde yaşantılanır.
Deneyimler etkilerine göre ve her bireyin duyarlılığı ölçüsünde hoşa giden veya incitici yönde izler bırakarak ‘’anıları’’ oluşturur.
Yaşam boyu oluşturulan çok sayıdaki anının bilinçte tutulması zihinsel performansı olumsuz etkileyerek enerjisini düşürür.  
İnsanları derinden etkileyen anılar bu nedenle bilinç düzeyinden itilerek, kalıcı olarak ‘’bilinçdışına’’ kaydedilirler.
Carl Gustav Jung; ‘’Her bireyin ‘’Kişisel Bilinçdışı’’ kayıtları giderek tüm insanlar tarafından paylaşılan ‘’Toplumsal Bilinçdışını’’ meydana getirir.’’ görüşünü savunur.
Bu görüşten hareketle, insanlarda ortak duygu ve davranış kalıpları oluşturan etkenin Toplumsal Bilinçdışı olduğu sonucuna varır.
Hemen her toplumda gözlemlenen ortak duygu ve davranış kalıplarının içeriğini ise ’’Arketip’’ olarak adlandırır.
Mitolojileri oluşturan bu arketipler, taşıdıkları güçlü enerjiler nedeniyle bireyin ve toplumun bilincini yönlendirme potansiyeline sahiptirler.

‘’Tanrıça’’ kavramı Mitolojilerde en etkili arketip olarak yer alır.
Olağanüstü güçleriyle Tanrının ‘’İlahi Planının’’ yeryüzündeki yardımcıları olmaları nedeniyle ‘’Yarı Tanrı’’ olarak nitelenirler.  
Her tanrıça yaratıcı zekâsı, olağanüstü gücü, üstün yeteneği ve etkileyici güzelliği ile karşı konulmaz bir çekim gücü yaratır.
Mitolojiler ise tanrıçaları etkileri, kişilik yapıları ve üstlendikleri görevler açısından adlandırır.
Aslında her tanrıça arketipi, kendisine model oluşturan gerçek bir kadının kişilik yapısını ve özelliklerini temsil eder.
Çünkü tanrıça kavramı, toplumsal bilinçaltında Kadın Arketiplerinin ortak bir ifadesidir.
Bu açıdan Mitolojiler gerçekte kadınların birbirinden farklı ve etkileyici deneyimlerini fantastik Tanrıça öyküleriyle aktarırlar.

Pek çok canlının belli ölçülerde zekâya sahip olduğu bilinir. Ancak, zekâ yanında gelişmiş bir akıl becerisine sahip tek canlı insandır.
Bu niteliği nedeniyle insan neslinin sürekliliği Tanrının ‘’İlahi Planında’’ önemli bir yer tutar.
Kadın, bu ilahi planda güçlü doğası ve yaratılış özelliği ile anne, kardeş, eş, evlat, sevgili veya arkadaş rolü üstlenerek görev alır.
Mitolojilerdeki her ‘’düşsel’’ Tanrıça aslında ‘’gerçek’’ bir kadını niteler.
Çok sayıdaki Mitolojik Tanrıçadan seçilen bazıları kadınlar hakkında bilinçli bir farkındalık yaratabilir.

HAVVA ARKETİPİ; Mitolojilerde en önemli yeri alan Havva’nın sözcük kökeni, İbranice HVH’tır. Bu, hem ‘’Yaşam’’ hem de ‘’Kadın’’ anlamına gelir.
Tek Tanrılı inançların Kutsal Kitapları, Âdem’in ‘’İlahi Bilgi Ağacının Meyvesini’’ Havva’nın elinden yediğini anlatır. Bunun sonucunda Âdem ‘’Bilir’’ yani aydınlanır.
Pek çok inanç sistemi bu Ezoterik bilgiden yola çıkarak, bir erkeğin İlahi Gerçekliğe ancak kadın aracılığıyla ulaşabileceği görüşünü savunur.

ANA TANRIÇA; Anne Arketipidir. Sonsuzluğu ve huzuru ifade eden ‘’Gök’’ ile üretkenliği ve verimliliği ifade eden ‘’Yer’’in kadın bedeninde buluşarak bir bütün oluşturduğu inancına dayanır.
Bu niteliği ile insanın oluşmasında ve dünyaya getirilmesinde önemli bir rol üstlenir.
‘’İlahi planın’’ yardımcısı görevi nedeniyle de Anne arketipi kadın kutsaldır.

HERA ARKETİPİ; evlilik Tanrıçası olan Hera adı Grekçe ‘’Kadın’’ anlamına gelir.
Hera tipi kadın, sahip olduğu derin bağlılık duygusuyla eşle dayanışmanın sembolüdür. Tüm yaşam alanı kutsal saydığı evlilik birliğidir.
Evliliği özgürlüğünü yitirmek olarak değil; renkli iç dünyasını sevdiği insanla paylaşmak olarak değerlendirir.

SALOME ARKETİPİ; Tanrıça Saolme’nin üzerinde dünya yaşamına ait olumsuz duyguları ifade eden YEDİ TÜL bulunur.
Bu yedi tül; Kibir, Kendini Beğenmişlik, Hırs, Açgözlülük, Bencillik, Duyarsızlık ve Şehveti temsil eder.
Salome tipi kadının öncelikli görevi bu yedi tülden kurtulmaktır.
O, bunu başarmakla kalmaz, çekim gücüne kapılan erkeğin de bu olumsuz duygulardan arınmasını sağlar.

ARTEMİS; Bakire Kadın Arketipidir. Artemis sözcüğü, kendisine bakanlara ‘’Gerçeği Yansıtan Su’’ anlamına gelir.
Saf ve lekesiz doğasıyla çevresindeki insanların kusurlarının ve yozlaşmışlıklarının aynası olma görevi üstlenir.
Sahip olduğu derin sezgi gücü yaşamın zorlukları karşısında kendini güçlü ve yeterli görmesini sağlar.

VESTA ARKETİPİ; Adı, insanların kendini güvende hissettiği evi temsil eden ‘’Ocak’’ anlamına gelir.
Evini tapınak gibi gören Vesta tipi kadın için ev ve aile her şeyden önce gelir.
Aynı zamanda bilge olan Vesta, kendini evinde güvende hisseder ve çevresindekilere de güven verir.

Büyük Sufi Mevlana’nın Mesnevi’de yer alan kadına yönelik Ezoterik tespitleri Mitolojilerdeki tanrıça kavramını aşan derinlikler içerir.
‘’Kadın Tanrının Nurudur. Kadın yaratılan değil, sanki Yaratandır!’’

BİR KADIN, BİR ADAM VE DENİZ FENERİ

     Adam telefonunu, ikici zil sesiyle çabucak açtı.Uzun zaman önce, bir süre görüştüğü kadındı arayan. Anlatmak istediği çok şey olduğunu söyleyerek ısrarla görüşmek istiyordu. Sözleştikleri saatte, deniz kıyısındaki çay bahçesinde buluştular. Uzunca bir süre konuşamadan ve gözlerini birbirinden kaçırarak sessizce oturdular. Kadın beyaz giysilerini tamamlayan beyaz, küçük çantası ve yine beyaz spor pabuçlarıyla oldukça göz alıcıydı. Adam, sohbeti kendisinin  başlatmasının daha doğru olacağını düşündü. Konuşmak için derin bir nefes aldıktan sonra dirseklerini masaya dayadı ve hafifçe öne doğru eğildi. Aynı anda kadın zarif bir baş hareketiyle saçlarını arkaya savurarak anlatmaya başlamıştı. Adam, konuşmaktan vaz geçerek iskemlesinin arkalığına yaslandı. İlgi ve dikkatle kadını dinlerken bir yandan da Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevisindeki bilgelik dolu şu sözlerini zihninden geçiriyordu.

 ‘’Şimdi, bencillikten sıyrıl ve dertlinin derdini dinle.

Kaygılı birinin öyküsünü dinlemekle, bil ki; ona yardım ediyorsun.

Çünkü gönlü daralanların dertlerini dinlemek,

YÜCE CANLARIN sıkıntılarına ortak olmaktır.

Unutma ki onun HER ŞEYİ BİLEN,

Fakat kaygı dumanıyla bulanıklaşmış bir GÖNÜL EVİ var.

Dinlemekle geniş bir pencere açıyorsun o eve.

Senin dinlemenle alacağı bir soluk,

onun gönlündeki acı veren dumanları dağıtacaktır!’’

     Kadın; ‘’Biliyor musun, ne zaman bir Deniz Feneri görsem aklıma hep sen geliyorsun.‘’ sözleriyle konuşmasına başlamıştı. Hiç beklemediği bu başlangıç şaşırtmıştı adamı. Gülümseyerek; ‘’Anlamadım.’’ dedi.

     Kadın ilk kez sevgiyle baktı adamın gözlerine. ‘’Anlatayım.’’ dedi. ‘’Yaşam, kendimi bildim bileli hep dalgalı ve karanlık bir deniz gibi oldu benim için. Aslında biliyorum, duygusal arayışlarımın yarattığı beklentilerdi yaşam denizimi dalgalandıran. Ne zaman birinden ufacık bir ilgi görsem, deli gibi seviyordum onu. Kimden küçücük bir yakınlık görsem, sonsuzca bağlanıyordum ona. Ama ne yazık ki, asla uzun sürmüyordu bu. Çünkü çok geçmeden ne gösterilen ilginin ne de hissettirilen sevginin gerçek olmadığını görüyor ve yıkılıyordum. Bu sahte yaklaşımların yapay sıcaklığı kısa sürede yerini ilgisizliğin, umursamazlığın dondurucu soğukluğuna bırakıyordu. Beni kısa bir süre yaşama bağlayan bu ikiyüzlü yakınlıklar, ruhumu üşüten karlı karanlıklara dönüşüyordu ansızın. Umutlarımla birlikte sevgim de tüketiliyordu acımasızca. İnciniyor ve üşüyordum kimsesiz.’’

     Kadın, çayından bir yudum almak için bardağa uzandı. Ancak eli, kontrolden çıkmışçasına titriyordu. Çayı üzerine dökebileceği endişesiyle bardağı almaktan vaz geçerek konuşmasını sürdürdü.
     ‘’Küçük insanların sevgileri de yürekleri gibi küçücüktü. Bu  yüzden, bir kez olsun içtenlikli bir sevginin sıcaklığını yaşayamadım. Duygularımı doyasıya yaşayamamanın acısı gönül bağlarımı koparıyordu, içimi de acıtarak. Yaşam denizi işte böylesi acımasız dalgalarla savuruyordu beni bir o yana, bir bu yana. Nerelere savrulduğumu göremiyordum artık. Göremiyordum çünkü yaşamımın ufukları zifiri karanlıktı. Bu karanlık, eğer gecenin karanlığı olsaydı sabahın ışıklarını bekleme umudum da olurdu. Beklerdim sabırla. Ama acımasızca içine itildiğim bu karanlıkta sabrın da umudun da hiç bir anlamı yoktu! Çünkü bu karanlık; sevgisizliğin, ilgisizliğin, çıkarcılığın, ikiyüzlülüğün ve bencilliğin ruhumu sarıp sarmalayan karanlığıydı.’’

     Öfkelenmişti kadın. Sesinin yükseldiğini fark edince sustu.  Çevredekileri rahatsız etmiş olabileceği endişesiyle etrafına bakındı. Kimsenin ilgilenmediğini anlayınca rahatlamış ve derin bir nefes almıştı. Sakinleştiğini anlatmak isteyen zarif bir el hareketine eşlik eden mahcup bir gülümsemeyle sürdürdü konuşmasını.

     ‘’İlkel bir gururdan güç alan bencillikle kendini vaz geçilmez sanmanın ruhuma zift gibi yapışan karanlığıydı bu. Değersiz ve önemsiz sayılmak öz güvenimi zayıflatıyor, öz saygımı zedeliyordu. Giderek yalnızlaştırılıyordum. Yapayalnızdım bu dalgalı ve karanlık yaşam denizinde. Anlaşılamamak nefesimi kesiyordu. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemeden savruluyordum çaresizce. Tek başınalığın içimi titreten korkularıyla yolumu yitirmişken, bir ışık gördüm çok uzaklarda. Böylesi zifiri karanlıklarda büyük bir umuttu küçücük bir ışık. Ona ulaşmaya çabaladım tümüyle tükenmeden. Yaklaştıkça umutlandım. Umutlandıkça güçlendim yeniden. Artık çok yakındık, karşı karşıyaydık. Sendin o ışık!’’

     Adam utangaç bir gülümseyişle karşı çıkacak oldu. Ama kadın oldukça kararlı bir el hareketiyle onun konuşmasını engelleyerek konuşmasını sürdürdü.  

     ‘’Sen konuşurken de beni dinlerken de ışıklar saçıyor ve karanlık dünyamı aydınlatıyordun. Aslında çok az konuşuyordun. Buyurgan olmayan ses tonun ruhumu okşuyordu. Sevgi, anlayış ve duygu yüklü sözlerinle kalbimdeki kırıkları sarıp sarmalıyordun. Sözlerin ışık olup zihnimi aydınlatırken soluksuz dinliyordum seni; toprağın suya hasretiyle. Kimi zaman da sadece gözlerin konuşuyordu; gülen veya hüzünlenen bakışlarla. Seni dinlerken, nicedir sevgisizliğin dondurucu soğuğuyla üşüyen yüreğimin ısındığını hissediyordum. İlk kez birinin sözümü kesmeden dinlediğini hissettiriyordun bana. Acılarımı, sorunlarımı duyarlılıkla dinlemen güven veriyordu, daha önce hiç yaşamadığım kadar. Asla yargılamıyor ve suçlamıyordun. İçtenlikli bir ilgi, anlayış ve sabır senin varlığında ete kemiğe bürünüyor ve yol gösteriyordu bana. İşte bu yüzden ne zaman bir Deniz Feneri görsem hep seni anımsıyorum.‘’

     Kadın, sevgi dolu gözleriyle adama bir kez daha bakarak konuşmasını sonlandırmıştı. Asil bir ruha sahip kadının yaralı kalbinin derinliklerinden kopup gelen bu sözler adamın zihninde ve yüreğinde yankılanıyordu.  Onun söylediklerini düşünürken bir yandan da kadınların gerçekten çok özel, eşsiz varlıklar olduğunu geçiriyordu içinden. Uzunca bir süre sessizliğini korudu. Bu arada, kadına karşı olan duygularını anlamaya çalışıyordu. Önce kadına acımış olabileceğini düşündü. Ancak, hemen sonrasında, acıma duygusunun, arka planında kibir duygusunu ustalıkla  gizlediğini anımsadı. Bu utanç verici fikri hızla zihninden uzaklaştırdı. Aslında, kadının çektiği tüm acılara karşın hala onurlu bir duruş sergileme becerisine sahip oluşuna tanık olmuştu. Bu nedenle kadına yönelik duygusunun, ona olan hayranlığının sonucu gelişen derin bir saygı olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Bu farkındalıkla bir şeyler söylemeliydi ama şimdi de söze nasıl başlaması gerektiğini bilemiyordu. Kendisine düşünme fırsatı yaratmak için, artık çoktan soğumuş olan çayından bir yudum aldı. Sonunu öngöremediği bir konuşma yaptığı hiç olmamıştı. Ama şimdi konuşamayacak kadar duygu yüklüydü ve kadın onun bir şeyler söylemesini bekler gibiydi.    

     ‘’Deniz Feneri olup, yol gösterdiğimi söylüyorsun. Çok anlamlı bir benzetme. Ama öte yandan, hiç hak etmediğim bir övgü bu. Oysa sendin, siz kadınlardınız gerçekte ışıklar saçarak beni, bizi aydınlatan.’’ diyebildi. 

Kadın itiraz edecek oldu ama adam duymazlıktan gelerek konuşmasını sürdürdü.

     ‘’Evet, biliyorum. Nefretin ve şiddetin kaskatı kayalıklarına çarparak yaralanmıştın. Hiç hak etmediğin halde; sevgisizliğin ve ilgisizliğin dalgalı karanlıklarında kaybolmuştun. Umutların tükenmiş, sabrın kalmamıştı. Son bir umutla ürkek ve yaralı bir güvercin gibi usulca gelişini anımsıyorum. Sen konuşurken yapabildiğim tek şey yaşadığın haksızlıkları dinleyip anlamaya çalışmak ve tüm kalbimle hak vermekti. Huzur veren bir ses tonuyla yaptığın konuşmalarındı asıl beni aydınlatan. Etkileyici hatta büyüleyici güzelliğinin göz kamaştırıcı ışıklarıydı gerçekte ‘’Deniz Fenerinden’’ yine sana yansıyan. Sen, yani siz kadınlar aslında kendi ışığınızla aydınlanmanın sevinciyle gülümserken ne kadar zarif ve cömerttiniz. Çünkü anne olarak, eş olarak ve evlat olarak karşılık beklemeyen emekler veriyordunuz. Karşılıksız sevgi veriyordunuz yürek dolusu. Ben sadece, olağan üstü bir güçle ve kendi çabanızla karanlıklardan aydınlıklara çıkma başarınızı büyük bir hayranlıkla izliyordum. Siz konuşurken zaman yavaşlayarak duruyor, mekân sisler arasında silikleşerek yok olup gidiyordu. Yaşamın ve ölümün bile olmadığı böyle anlarda söz de anlamını yitiriyordu giderek. Bu nedenle siz, katlanmak zorunda bırakıldığınız sıkıntılarınızı ve dertlerinizi yüreklice paylaşırken ben sadece dinliyordum. Dinlerken içimden geçen tek şey önünüzde saygıyla eğilmekti. Her erkeğin aslında yaşam denizi, eşsiz güzellikleriyle kadınlardı. Ama siz, bu gerçeği görmezden gelecek kadar alçakgönüllü ve cömertsiniz.’’

      Sözleri bitmişti adamın. Kadın nemlenen gözlerini sildi ve saatine baktı. Usulca ayağa kalkarken; ‘’Vakit geç oldu, gitmem gerek. Belki yine görüşürüz’’ dedi fısıldayarak. Adam da ayağa kalkmıştı. Kadın yavaşça eğilip adamın yanağını sevgiyle öptükten sonra sahil boyunca güvenli  adımlarla yürümeye başlamıştı. Yürüyüş yolu, elli metre kadar sonra sola kıvrılarak ağaçlı bir tepenin ardında görüş alanı dışına çıkarak devam ediyordu. Adam, kadının gidişini hayranlıkla izlerken onun bedeninin uyumlu deviniminden gözlerini bir an bile ayıramamıştı. ‘’Yürüyüşü, sanki ihtişamlı bir beyaz geminin denizin maviliklerinde süzülüşü gibi.’’ diye geçirdi içinden.

     Beyaz giysiler içindeki kadın uzaklaştıkça görüntüsü giderek küçülmüş ve yürüyüş yolunun kıvrımında, ağaçlı tepenin ardında gözden kaybolmuştu. Eş zamanlı olarak, yolun ucundaki burundan beyaz bir gemi görüntüye girerek denizde yol almaya başlamıştı. Masmavi gökyüzüyle lacivert denizin buluştuğu ufuk hattında beliren beyaz gemiye bakarken kısa süreli bir zihinsel karmaşa yaşadı. Düş ile gerçeği ayıran o incecik çizgiyi bir an için yitirmiş gibiydi. Zihnini toparlamak için iskemlesini yavaşça denize doğru çevirdi ve bir sigara daha yaktı. Dalgın gözlerle ve hiçbir şey düşünemeden çok uzaklara, ufuk hattında süzülerek ilerleyen beyaz gemiye bakıyordu şimdi.

      Güneş artık tümüyle kaybolmuştu. Bulutsuz gökyüzünün mavisi koyulaşırken denizin lacivert rengi de kararmaya başlamıştı.Yorgun gözleri, yol aldıkça küçülen gizemli beyaz geminin ufuk çizgisindeki ‘’sessiz ve yalnız’’ süzülüşünü zorlukla seçebiliyordu. Hafifçe ürperdiğini hissetti.

 

22 Haziran 2019 Cumartesi

BİR İLETİŞİM SORUNU; ''DAR ANLAMLI ALGILAMA''

     İnsanın pek çok hayvanla ortak yönlerinden biri de merak dürtüsüdür. Ancak, hayvanlardaki merak dürtüsü beslenme, barınma ve üreme içgüdülerine doyum arayışı ile sınırlıdır. Bu nedenle en zeki hayvan bile güneş sisteminde kaç gezegen olduğunu merak edemez. Oysa insan, hayvana oranla son derece gelişmiş beyin yapısına ve yüksek zekaya sahiptir. Bu özelliği nedeniyle kendisini ve çevresini dikkatle gözlemler ve araştırır. Giderek gözlemlerini ve araştırmalarını yorumlar ve bağlantılar kurarak anlamaya çalışır. Aslında bu insanın kendisiyle, çevresiyle ve yaşadığı dünyayla sözcükler aracılığıyla iletişim kurma çabasıdır.

     Rus Psikolog Lev Vygotsky; ‘’Sözcükler, insanın çevresiyle iletişim kurma ihtiyacıyla yani sosyal etkileşimle oluşturulur. Sosyal etkileşim, yalnızca toplumun birey üzerinde değil, bireyin de toplum üzerindeki etkileriyle gerçekleşir. Bu tür karşılıklı etkileşimler sonucu oluşan yaşam deneyimleri ise sözcükler aracılığıyla zihinsel süreçlere dönüştürülür.’’ tespitini yapar. Bir insanın başka bir insanı, bir nesneyi ya da bir olayı yorumlama ve anlama çabası sözcükler aracılığıyla gerçekleşir. Bu nedenle insanın merak ettiği hemen her şeyi anlama yönündeki bu aralıksız çabaları onun zihinsel anlamda değişerek gelişmesini sağlar. Başka bir anlatımla, insanın zihinsel gelişimi sözcük birikiminin zenginliği oranında gelişir.

     Yaklaşık olarak yüz on yedi bin sözcük içeren bir dili sadece 150-200 sözcükle konuşmaya veya anlamaya çalışmak ciddi anlamda iletişim sorununa yol açar. Çünkü insan sınırlı sayıda sözcükle kendisini doğru tanımlayamaz ve doğru anlatamaz. Öte yandan, iletişim kurmaya çalıştığı insanların uzun cümlelerini de anlamakta güçlük yaşar. Bunun nedeni, yetersiz sayıda sözcük bilgisinin farklı anlamları olabilen bir sözcüğün sadece bir tek anlamının algılanmasına izin vermesidir. Bu, DAR ANLAMLI ALGILAMAYA yol açarak anlama ve bilme işlemlerinde yetersizlik yaratır. Giderek kavrama ve ayırt etme  konusunda zihinsel karmaşaya neden olur. Bunun sonucunda sözcükleri, cümleleri ve özellikle soyut kavramları anlama ve anlatma konusunda güçlük yaşanır. Böylece, zihinsel anlamda yeterli olgunluk düzeyine ulaşamayan bireyin anlama ve algılama sürekliliği kesintiye uğrar. Sınırlı olan bilgiler birleştirilip yorumlanamadığı için bir konu gerçek haliyle anlaşılamaz ve anlatılamaz.

     Yetersiz sayıda sözcük birikimi konuşulan dilin yanlış anlaşılmasına ve hatalı yorumlanmasına neden olur. Bu gerçeği Avusturyalı Filozof, Ludwig Wittgenstein;  ‘’Kendimizle veya sosyal ilişkilerimizde kaygı yaratan anlaşmazlıkların başlıca nedeni konuşulan dilin yanlış veya hatalı yorumlanmasıdır. Dildeki sözcüklerin hatalı anlaşılması zihinde yanlış bir görüntünün ortaya çıkmasına neden olur. Bu da insanı huzursuz eder.’’ tespitiyle vurgular. İletişim sorunu, bireyde yüzeysel anlamda ‘’haberi’’ olduğu konular hakkında yeterli ‘’bilgisi’’ olmayan bir kişilik yapısını ortaya çıkarmış olur. Bireyin bu denli  gerçeklikten kopuk, hatalı algılamalara dayalı anlama veya anlatma çabası yetersizliğe yol açarak kaygı yaratır. Kaygı duygusu bireyin zihinsel potansiyelleri  kullanmasını engelleyerek dikkat dağınıklığına ve odaklanma güçlüğüne neden olur. Kaygı duygusunun cenderesine sıkışıp kalan birey ne kendisi ne de dış dünya hakkındaki gerçekleri anlayıp ayırt edemez. Bunun yerine kendisini, her hangi bir insanı, nesneyi ya da olayı gerçek haliyle değil; ancak zihninde kurguladığı haliyle algılar. Bu da iletişim bozukluğuna yol açarak bireyin sosyal ilişkilerini olumsuz etkiler. ABD’li Prof. Stanislav Grof; ‘’Kaygıya, bireyin kendisiyle ve sosyal ilişkilerinde yaşadığı iletişim hatalarından kaynaklanan yetersizlik yol açar. Bunun nedeni kendimizi doğru şekilde anlatamamak veya karşımızdakini doğru anlayamamaktır. Bu durumda insanlar çoğu zaman nevrotik bir tepki olan ‘’ama’’ kalkanının arkasına saklanır ve savunma düzeneklerini harekete geçirerek hatalarıyla yüzleşmekten kaçınırlar. Bu da kaygının derinleşmesine yol açar.’’ görüşünü savunur.

     Kaygı yaratabilecek iletişim hatalarını önlemenin yolu bireyin kendisini doğru sözcüklerle anlatma çabası yanında başkalarını da özenle dinleyerek doğru anlamaktır. Kuşkusuz ki bu, konuşulan dilde yeterli sayıda sözcüğe sahip olmayı gerektirir. Okuma alışkanlığı olmayan, bu nedenle sözcük birikimi yetersiz olan bir insanın iletişim konusundaki her girişimi sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanır. Buna bağlı olarak gelişen özgüven kaybı bireyin özsaygısının da ciddi anlamda zedelenmesine neden olur. Birey giderek kendisine, çevresine ve yaşama yabancılaşarak öfke ve saldırganlık duygularının tutsağı olur çıkar. ‘’Düşmanca’’ ve ‘’yabancı’’ olarak algıladığı bir dünyada var olabilme çabasının son kalesi olan ‘’Kurnazlığa’’ sığınır.

 


12 Mayıs 2019 Pazar

KÜSMENİN NEDENİ, AMACI ve TÜRLERİ

Farklı yüz ifadeleri, fiziksel temas ve bakış ‘’beden dili’’ olarak adlandırılır ve sosyal ilişkilerde ‘’dolaylı’’ iletişim görevi üstlenir.
Bunun aksine bilinçli olarak fiziki temastan kaçınmak, gözlerini kaçırmak veya konuşmamak da aslında bir tür iletişim şeklidir.
Genellikle ‘’Küsme’’ olarak adlandırılan bu tür dolaylı iletişim şekli çeşitli nedenlerden kaynaklanır ve farklı amaçlara hizmet eder.
Zorunlu hallerde sağlıklı insanlarda da görülen bu iletişim şekli daha çok nevrotik bireylere bir tür sığınak işlevi görür.  

‘’Taşkın Tip’’ nevrotik birey özgüven zayıflığının yerine ‘’kendine aşırı güven’’ duygusu geliştirir.
Aşırı güven duygunun itkisiyle becerilerinin kapasitesini aşan girişimlere yönelerek hırslı, öfkeli ve saldırgan bir kişilik kazanır.
Bundaki amacı ‘’başarılarıyla’’ çevresindekilerin onayını kazanarak övülme ihtiyacını doyuma ulaştırmaktır.   
Ancak, başarı hırsıyla yeteneklerini aşan çabalara girişmesi kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanır ve sorunlara yol açar.
Yarattığı sorunların çevresi tarafından onaylanmaması ve eleştirilmesi iç çatışmalar yaratarak aşağılık duygusuna neden olur.
İçine sürüklendiği zihinsel karmaşayla kendisini yetersiz, aciz ve çaresiz görerek aşırı duyarlı, alıngan biri olur çıkar.
Alınganlığın yol açtığı hatalı algılamalarla sıkça gururu kırılır ve küserek aşılması çok güç Nevrotik inat duvarının arkasına saklanır.
Özgüven zayıflığı nedeniyle küstükleriyle ilişkisini kesemez, aksine bu süreçte aşırı ilgi bile bekler.
Öte yandan gösterilen her ilgiyi de Nevrotik gurur sisteminin baskısı sonucu inatla reddeder.
Hataların görmezden gelinerek her an her kes tarafından onaylanma ve övülme arzusu bu tür küsmelerin ana temasını oluşturur.
Küsme sürecini anlamsızca uzatan bu derin çelişki bireyin kendisine ve yakın çevresindekilere büyük sıkıntılar yaşatır.

‘’Çekilgin Tip’’ nevrotikler ise, kimseye ‘’belli etmemeye’’ büyük çaba göstererek küserler.
Nevrozun bu türünde, özgüvenin büyük ölçüde örselenmiş olması bireyde Bağımlı Kişilik Bozukluğu yaratır.
Bağımlılığa özgü terk edilme endişesi ve yalnızlık kaygısı küsmenin açıkça belli edilmesinin önünde engel oluşturur.
Birey yaşamda tek başına kalmaktan ölesiye kaygı duyduğu için incindiğinde hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı sürdürür.
Ancak bu nevrotik çözüm, süreç içerisinde kişinin iç dünyasında ters teper ve özgüveni yanında özsaygısını da fazlasıyla zayıflatır.
Giderek kendisine, çevresindeki herkese ve yaşama yönelik öfkesiyle pasif agresif biri olur çıkar.
Bunun sonucunda küsme tutumu farklı bir şekle bürünerek kendini ifade eder.
Birey, kendisinden beklenenleri yerine getirmeyi ‘’unutur’’, sorumluluk almaktan ‘’kurnazlıkla’’ kaçınır ve görevlerini ihmal eder.

İncinme, darılma veya gücenme ise Nevrotik çözümlerde görüldüğü üzere bir yetişkinin çocuksu davranışı olarak nitelendirilir.
Oysa sevilen birine gücenmek, incinmek ya da darılmak, küsme duygusundan oldukça büyük farklılıklar gösterir.
Gerçekte bu tür duygular sevgi ve ilgi beklentisinin arzu edilen ölçüde karşılanmadığı düşüncesinin samimi bir ifadesi olarak gelişir.
Çünkü bu tür yaklaşımlar sıcak bir ilişkiyi sonlandırmak ya da sevileni terk etmek amacı taşımaz.
Aksine, sevgi bağını güçlendirerek dostlukların devamını sağlamaya yönelik içtenlikli mesajlar içerir.
Bu yönüyle, yetişkin bir insanın çocuklara özgü kirlenmemiş ruh dünyasının masumiyetine sahip olduğunun ifadesi anlamına da gelir.

Sağlıklı insanların da çok sık olmamakla birlikte küsebildikleri görülür.
Sevebilen ve üretken olan ‘’normal sınırlardaki’’ insanlar, bulundukları her ortamda sevilir ve saygı görürler.
Bu olumlu nitelikleri nedeniyle de bazen kıskançlığın yıkıcı ve yıpratıcı hedefi haline gelebilirler.
Genellikle ciddi kişilik bozukluğundan kaynaklanan kıskançlık duygusu sorun çözmeye yönelik barışçıl yaklaşımlara izin vermez.
Bu durumda sağlıklı insanlar için, küçük düşürücü saldırganlıklar sergileyen kimseyle ilişkiyi sonlandırma dışında bir seçenek kalmayabilir.
Bu amaçla küsme eylemi birilerine zarar vermek veya incitmek amacı taşımaz.
Aksine bireyin kişilik değerlerini, onurunu ve özsaygısını korumaya yönelik incelikli mesajlar içerir.

Saldırgan yaklaşımlara karşılık vermek yerine küserek tepki göstermek bireyin kendisine olan saygısını ifade eder.



ÖZSAYGI

     Saygı, aile bireylerinde ve tüm sosyal ilişkilerde önemi yadsınamaz bir tutumdur. Bu nedenle anne ve babalar eğitim sürecindeki çocukla...