21 Ekim 2018 Pazar

VASATLIĞIN TEMEL NEDENİ; YALNIZ KENDİ AKLINI BEĞENMEK

     Yeni bir eve taşınmanın sevinci yanında yorgunluğunu da yaşıyordu. İçlerinde kitapları olan kolileri sırayla açıp titizlikle ve belli bir düzene göre kitaplığa yerleştiriyordu. Sıra son koliye geldiğinde vakit artık gece yarısını bulmuştu. Sona kalan koliyi daha sonra açmak üzere çalışma masasıyla kitaplık arasındaki boşluğa iterek sıkıştırdı. Sonraki günlerde, açılmayan kolinin üzerine ‘’geçici olarak’’ önce bilgisayarını daha sonra da el altında olması gereken eşyalarını koydu. Sehpa işlevi gören kolinin üzeri o kadar araç gereçle dolmuştu ki artık fark edilmesi güçtü.

     Taşındıktan ancak sekiz ay sonra kitaplığın yanındaki koliyi fark edebildi. İçinde ne olduğunu artık anımsayamadığı kutuyu merakla açtı. Kitap ve dergilerden bazılarının karton kapakları kırılmış, sayfaları katlanmıştı. Bir toz beziyle onları titizlikle silerek çalışma masasının üzerine dizmeye başladı. Eline gelen bir derginin kapağında ‘’İnsan beyninin sırları’’ yazısı yer alıyordu. Oldukça ilgisini çeken böyle bir konuyu işleyen bu dergiyi okumamış olmasına şaşırdı. Toz alma işini daha sonraya erteleyerek derginin sayfalarını heyecan ve merakla çevirmeye başladı.  

     Dergideki yazı insan beynini hangi bölgelerinin ne tür işlevlerden sorumlu olduğunu şemalarla açıklıyordu. İlerleyen sayfalarda yer alan zekâ ve akıl ile ilgili kısa bir yazı onu hem heyecanlandırmış hem de oldukça şaşırtmıştı. Çünkü o hep akıl ile zeka kavramlarının eş anlamlı olduğunu sanıyordu. Oysa okumakta olduğu bilimsel yazı bu kavramları farklı tanımlıyordu. Yazı kısa ve kolay anlaşılır bir anlatımla zekayı; ‘’Problem çözebilme, karşılaşılan sorunlara ve zorluklara uygun ve etkili çözümler oluşturabilme ve yaratıcılığa yönelik farkındalığa sahip olma potansiyelidir.’’ diye tanımlıyordu. Ek olarak da zekanın genetik aktarım yoluyla doğuştan sahip olunan bir yetenek olduğunu ve her bireyde farklı düzeylerde bulunduğunu belirtiyordu. Aklın tanımı ise; ‘’Doğuştan sahip olunan zekânın yaşam süreci içerisinde bilgi birikimi ve deneyim ile donatılmış halidir.’’ şeklinde açıklanmıştı. Konuyu daha anlaşılır hale getirmek amacıyla, zeka denilen yetenek ‘boş bir deftere’ benzetiliyordu. Her yeni doğan bebeğin, aslında sayfaları boş olan birer defterle dünyaya geldiği belirtiliyordu. Birinin defteri 70 sayfa, diğerininki 80, bir başkasınınki de 90 sayfa olabiliyordu. Yazar burada bir parantez açarak, 90 sayısının Psikoloji Biliminin ‘’normal’’ kabul ettiği zekâ puanı olduğunu belirtmişti. Az sayıdaki bazı bebeklerin ise sayfa sayısı 100 ile 160 arasında değişen defterlerle yaşama gözlerini açtığının gözlemlendiğinden söz ediyordu.

     Dünya denilen okulun ‘’Hayat öğretmeni’’ her an insanlara bir şeyler anlatıp öğretmeye çalışır. Ancak insanlar, seçme şansına sahip olamadıkları ‘defterlerinin’ kapasitesi kadar öğrenebilecekti. Öte yandan, zeka puanı 90’ın altında yani 80 veya 85 olan birinin, eğer uygun koşullarda gelişimini sürdürebilmişse eğitimini zorlanmadan tamamlayıp bir meslek sahibi olabileceğine vurgu yapılıyordu. 90 ve daha üzeri zekâ puanına sahip bireylerin bu potansiyeli tam anlamıyla kullanmaları ise bazı nedenlerle gerçekleşmeyebiliyordu. Açıklama olarak da 0- 6 yaş arasındaki gelişim sürecinde oluşan Nevrotik bozukluğa dikkat çekiliyordu. Nevroz; her girişimi katı bir disiplin anlayışıyla ‘’cezalandırılarak’’ engellenen, yeterince sevgi gösterilmeyen ya da ‘’aşırı’’ hoş görü ile şımartılan çocuklarda görülen bir bozukluktu. Çocuklukta temeli atılan Nevrotik belirtilerin, ilerleyen gelişim sürecinde yetişkin bireyin kişilik yapısında olumsuz etkiler yaratması kaçınılmazdı. Başlıca etken ise bireyin sahip olduğu zekâ potansiyelini tam anlamıyla kullanmasının önünde engel oluşturmasıydı.

          Nisan güneşinin yürekleri ısıttığı bir Pazar sabahıydı. Hafif bir    kahvaltıdan sonra salon penceresinin yanındaki koltuğa oturup  gazetesini açtı. Ön sayfadaki ‘’Akıl Tutulması’’ manşetinin altında kadına yönelik şiddet haberi yer alıyordu. Başka bir haber ise, annesi tarafından öfkeyle dövülen iki yaşındaki bebeğin yoğun bakımda yaşam savaşı verdiğini anlatıyordu. Hemen yanında da trafikte yol verme kavgasının bir hastanenin acil servisinde sonlanan öyküsü vardı. Kendisini oldukça kötü hissetti. Bu tür haberleri okumaya daha fazla devam edemeyeceğini düşünerek gazeteyi katlayıp koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Başını oturduğu koltuğun arkalığına yaslandıktan sonra gözlerini kapattı. Bir süre hiçbir şey düşünmemeye çalıştı. Ancak, gazete haberleriyle bağlantısını kuramadığı pek çok düşüncenin zihnine üşüşmesine engel olamamıştı.

     İlk olarak, yakın çevresindekilerin çoğunun gazete, dergi ve kitap okumamalarının nedenlerini düşünmeye başladı. Bazılarının okumama nedeni, yaşadıkları ortamlarda okuma alışkanlığına sahip birilerinin bulunmamasıydı. Çocukların ve gençlerin kişilik gelişiminde yakın çevresindeki insanların davranış biçiminin belirleyiciliği bilimsel bir gerçekti. ‘’Rol Modeli’’ olarak okumayan; yetersizlik ve çaresizlik duygusuyla şiddete yönelebilen kişinin örnek alınması büyük bir olasılıktı.

Rus Psikolog Lev Vygotsky; İnsan zihninin, birey ve toplum arasındaki karşılıklı etkileşimle şekillendiği görüşünü savunur.Yalnızca toplumun birey üzerinde değil; bireyin de toplum üzerinde etkili olduğu tespitini yapar. Bu tespitler, birbirlerine benzeyenlerin oluşturacağı alt sosyokültürel grupların gelişme potansiyelini yeterince açıklar yöndeydi.

     İnsanların duygu ve düşüncelerini ifade etmesinin başlıca aracı sözcüklerdir. Okumadığı için sözcük bilgisi yetersiz olan biri doğal olarak duygularını ve düşüncelerini yeterince ifade edemeyecektir. Öte yandan, başkalarını anlama konusunda da yetersiz kalacaktır. Okumayan bir insanın herhangi bir konuda derinlikli bilgi birikimine sahip olmaması şaşılacak bir şey değildi. Şaşırtıcı olan ise yeterli bilgi birikimi olmayan birinin hemen her konuda fikir sahibi olabilmesiydi. Üstelik bu insanların tümü de kendi aklına hayrandı ve hiç biri bir başkasının düşüncesini beğenmiyordu. Bu durumdaki bir insanın, yaşadığı çaresizlikten kaynaklanan öfke nedeniyle kolaylıkla şiddete yönelebilmesi neredeyse kaçınılmazdı. Aslında bu, Nevrotik bir tepkidir. Nevrotik birey, ‘’özgüveni’’ zayıf olduğu için karşılaştığı sorunlara ‘’kendine aşırı güven’’ duygusuyla tepkiler verme yolunu seçer. Bu da bireyin, özeleştiriyi yetersizlik hatta zayıflık olarak değerlendirmesine yol açar. Yapıcı eleştirileri ise kişiliğine yönelik bir saldırı ya da suçlama olarak algıladığı için ciddiye almaz. Oysa bir insan ancak zihinsel anlamda değişerek kişiliğini geliştirebilir.

         Okuma alışkanlığı olmayanlardan bazılarının ise daha iddialı nedenleri vardı. Asla okumazlardı; çünkü başkalarının yani yazarların, felsefecilerin ve bilim insanlarının kendilerinden daha akıllı olamayacağı önyargısına sahiptiler. Bu, kuşkusuz ki '’sadece kendi aklını beğenme vasatlığının’’ zirve noktası, yani Akıl Tutulmasıydı!  Aslında bu tür önyargıları oluşturan etken, bilgi birikimiyle beğeni toplayan insanlara karşı hissedilen eziklik duygusuydu. Birey, oldukça yıpratıcı olan bu duyguyla yüzleşmekten kaçınmak amacıyla Nevrotik çözümler üretir. Donanımlı insanları çeşitli kurnazlıklarla küçük düşürmeye, dedikodularla itibarsızlaştırmaya çalışır. Bu yolla, aşağılık duygusunu hiç olmazsa bir süreliğine dengeleyerek Nevrotik gerilimini hafifletme amacı güder. Böyle bir amaca yönelik çabaların, oldukça tehlikeli de olabilen ‘’şiddet’’ ile sonuçlanması ise az rastlanan bir durum değildi.

     A. Adler; ‘’Tüm insanlar zayıf ve yetersiz bir bedenle dünyaya   gelir. Bu gerçeklik kişide aşağılık kompleksi gelişmesine yol açar. Bunun sonucunda insan, tüm yaşamı boyunca bu duygunun üstesinden gelmek için çaba harcar. Bu çabanın arka planında ise iki itici güç  yer alır. İlki, kişisel kazanç arzusuyla üstünlük elde etme çabası, diğeri de kişisel başarı için hırsa dayalı yıkıcı rekabet anlayışıdır. Bireyin bu yöndeki çabaları kişiselden hareketle toplumsal yarara dönüşmedikçe bu tür üstünlükler ve başarılar kalıcı  olmadığı gibi sürekli de olamaz.’’ görüşünü savunur.

     Bu düşüncelerin tüm benliğini kuşatan derin bir kaygıya yol açtığını fark etmişti. Dergiyi yanındaki sehpanın üzerine bırakarak mutfağa geçti. Farklı markalardan harmanlanmış hoş kokulu bir bardak çay alarak balkona çıktı. Gökyüzünü, rüzgârların sürüklediği bulutları izlemek iyi gelmişti. Ancak bu keyif anı uzun sürmedi. Güpegündüz, oldukça yakın bir yerlerden gelen silah seslerini duyar duymaz diz üstü yere çömeldi. Sürünerek içeri girip salondaki üçlü koltuğa uzanarak kalp atışlarının sakinleşmesini beklemeye başladı. Artık hiçbir şey düşünemiyordu.

 

 


Hiç yorum yok:

ÖZSAYGI

     Saygı, aile bireylerinde ve tüm sosyal ilişkilerde önemi yadsınamaz bir tutumdur. Bu nedenle anne ve babalar eğitim sürecindeki çocukla...